25 Nisan 2009 Cumartesi

Makyajımız bir kez daha aktı…

23 Nisan’da bir yandan dünyada tek olduğu iddia edilen çocuk bayramını “kutladık”…

Bir yandan dünyanın gözleri önünde bir çocuğun, öldüresiye bir nefretle dipçik darbeleri altında perişan edilişini izledik.

Daha birkaç ay önce, İsrail’in vahşeti karşısında sokaklara akmıştık.

Her yer Filistin’di, hepimiz Filistinliydik.

Şimdi sadece vicdanlarımızla değil, dürüstlüğümüzle de yüzleştiğimiz andayız:

Filistinli çocuklar için döktüğümüz gözyaşları ne kadar hakiki ise o kadar insanız ancak.

Unutmayalım. Görelim. Bilelim: O dipçik hepimize.

O mahkemelerde hepimiz yargılanıyoruz.

Ve ne kadar başınızı çevirseniz de, o mahkemelerde hepimiz mahkûm ediliyoruz.

Ve biz artık bu mahkûmiyete isyan ediyoruz.

Mahkûm edilen her çocukla özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Dipçiklenen her çocukla kafa taslarımızda ve yüreklerimizde derin çatlaklar oluşuyor.

Sadece barış umutlarımızı değil, insanlığımızı da yitiriyoruz hızla.

Biz, çocuklar için adalet istiyoruz.

Biz, çocuklar için barış istiyoruz.

Biz, çocukların değil, bu vahşetin, bu utancın sorumlularının yargılanmasını istiyoruz.

 

Biz, Çocuklar İçin Adalet Girişimi olarak öfkemizi, kaygımızı kamuoyuyla paylaşıyor, yetkilileri uyarıyoruz.

 

 

ÇOCUKLAR İÇİN ADALET GİRİŞİMİ

22 Nisan 2009 Çarşamba

SEÇİM DERSLERİ: "Bu seçimden ders çıkarılmaz, diploma bile alınır!" (*)

1- 22 Temmuz genel seçimleri öncesinde doğrudan ya da dolaylı siyasete giren genç subaylar ile yaşlanmış generaller, bu kez “seçimlere katılmadı”. Ve 22 Temmuzda patlayan AKP oyları, itidalli bir normalleşme eğilimine gidi.

SONUÇ : Seçim gezisine çıkarken apolet ve postallarını evde bırakan CHP, AKP’ye verdiği belediyelerden (Antalya, Kartal, Maltepe, Sarıyer gibi) bazılarını geri aldı. İstanbul Büyükşehir, Beyoğlu gibi yerlerde, başa baş bir sonuç elde etti.

DERS : Sandıktan çıkmış iktidarlarla, sandıkta mücadele edilebilir. Başka yerlerden çıkan iktidarlarla mücadele edilemediğini epey tecrübe ettik.

2- Başbakan, gazetelerden, televizyonlardan, meydanlardan bağırdı durdu: “Kriz yok, teğet geçiyor, birileri korku siyaseti yapıyor!” Emek örgütleri de meydanlardan cevap verdi: “Ey Başbakan, krizin nereden geçtiğini merak ediyorsan, ya pazara gel, ya sandığa!”

SONUÇ : Özellikle emekçi nüfusun yoğun olduğu büyük kentlerde, Başbakan’ın değil, emekçilerin haklı olduğu anlaşıldı. İşçi, çiftçi, kamu çalışanı, anasını da alıp sandığa gitti.

DERS : AKP kendine çeki düzen vermezse, (muhalefet de kendine çeki düzen verirse) bu kriz çok kişilerin başını yer.

3- AKP, TRT Şeş’i yayın hayatına kazandırdı. Başbakan Recep T. Erdoğan TRT 6’nın açılışında Kürtçe “Hayırlı olsun” dedi ama Meclis grubunda Kürtçe konuşan Ahmet Türk’e veryansın etti. Yani “Kürtçe konuşulacaksa, onu da biz konuşuruz” demiş oldu. 12-13 yaşında çocuklar, ellerindeki “taş izlerine” bakılarak hapse atıldılar. Yaşlarının iki katı hapis cezası isteniyor haklarında.

SONUÇ : DTP Bölge belediyelerini silip süpürdü.

DERS : Siyasette, karşınızdaki insanları en az kendiniz kadar ciddiye alacaksınız. Yoksa onlar da sizi ciddiye almaz. Üstelik daha akıllı olduğunuz yanılsamasına kapılırsanız, aradaki farkı da sizden çıkarırlar.

4- AKP’nin Kürt sorunu ile ilgili açılımlarının oya dönüşeceğini düşünenler yanıldı. Kürtler, özellikle bölgede tercihlerini ezici bir biçimde DTP’den yana kullandılar. Kürtler, Kürt siyasi hareketi olmasa, AKP’nin de, başka hiçbir partinin de kendilerine bu ölçüde teveccüh göstermeyeceğinin gayet farkındalar.

SONUÇ : DTP, AKP’ye ödünç verdiği oyları geri aldı.

DERS : Bu saatten sonra Kürt enstitüsü de kursanız DTP’ye yazar, TRT Şeş’i kapatsanız da!

5- Şanlıurfa’da AKP mevcut başkanını yerel taleplere rağmen aday göstermedi. “Ceketi koysak kazanırız” diyerek pek fena üst perdeden konuştu.

SONUÇ : Seçime bağımsız giren Eşref Fakıbaba yüzde 44 ile kazandı.

DERS : Büyük lokma yemeli, büyük laf etmemeli. Ortaya aday diye bir ceket koyuyorsan, içine birini koymayı unutmamalı.

6- Hopa’da ÖDP’li Belediye Başkanı Yılmaz Topaloğlu, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın milletvekili olmasına destek verdiği için, bazı ÖDP’liler tarafından aforoz edildi. Genel Başkanlarının milletvekili olmasına çok sinirlenen bazı ÖDP’liler, önce onu Genel Başkanlıktan indirdiler, sonra da önseçimde Belediye Başkanlarını silkeleyip yeniden aday göstermediler.

SONUÇ : Bağımsız aday Yılmaz Topaloğlu seçimi, ÖDP ise galiba daha fazlasını kaybetti. Birbirleri varken düşmana ihtiyaç duymayan solcularımız, başka bir dünya gibi, başka bir seçimin de, başka bir siyasetin de mümkün(!) olabildiğini yeniden tüm Türkiye’ye gösterdiler.

DERS : “Solcular” olmasa sol ne seçimler kazanır bu ülkede!

7- Sol, Türkiye’nin dört bir yanında platformlar kurarak yerel seçimlere var gücüyle asıldı. Kimi yerlerde bağımsız adaylar çıkararak, kimi yerlerde bir parti altında, Türkiye’ye dair iddiasını ortaya koydu.

SONUÇ : Çamlıhemşin, AKP’nin Rize’de kaybettiği tek belediye oldu. Seçime bağımsız giren sosyalist aday İdris Melek, yüzde 46 oyla seçimi kazandı. ÖDP, Hatay Samandağ’da Mithat Nehir, Aknehir beldesinde Mehmet Mübarek, Malatya Ağılbaşı (Engüzek) beldesinde Cengizhan Kılıç ve Kırıkkale Hasandede Beldesinde Malik Ejder Çoşkun ile seçimleri kazandı. Tunceli Mazgirt’te Tekin Türkel, Hozat’ta Cevdet Konak, Pertek'te Kenan Çetin, Nazımiye’de Cafer Kırmızıçiçek, solun ortak adayı olarak girdikleri seçimlerden başarıyla çıktı.

DERS : Umutlanmak için daima bir nedenimiz vardır. Ama o nedeni bile kendimiz yaratırız emeğimizle.

8- Her hamlesinde başka bir parlak zekâ örneği sergileyen TKP, 22 Temmuz seçimlerine “Sürüden ayrılma zamanı” sloganıyla girip, her 10.000 kişiden 22’sini sürüden ayırmayı başarmıştı. Masraftan kaçmayıp, her yeri lağım pompası afişleriyle donatıp “AKP’yi istemiyoruz” mitingleri düzenleyen TKP, bu seçimlerde on binde 18’e geriledi. Kafasına çuval geçirilmiş Türk askeri figürlü el ilanlarını görünce, 22 kişiden 4’ü “aslı varken taklidine oy vermem” deyip İşçi Partisine transfer olmuş olabilir. O zaman hemen bir de İşçi Partisine bakalım: İşçi Partisi’nin, 2007’deki on binde 36’lık oy oranı, bu seçimlerde on binde 26’ya düştü.

SONUÇ : Bu milliyetçi yurtsever histeri, histeriklerin değil, MHP’nin oylarını artırdı.

DERS : “Oh, dünya Türk olsun, her Türk asker doğar, bayrakları bayrak yapan kandır, Türk askerinin başına çuval geçirtenler satılmıştır, kalpaklı süvarim benim, sarışın kurdum, kısrak başım… Hem milliyetçiyim, hem solcuyum” diye siyaset yaparsanız, vatandaş “helal olsun” der, ama aslı varken size gelmez. Çok şükür memlekette milliyetçinin de taklidine ihtiyaç yok, solcunun da.(Ataları yabana atmayalım. Sürüden ayrılanı kurt kapma ihtimali vardır. “Peki, ya kurt sürüsünden ayrılanı kim kapar” diye bir soru sormakta da yarar var.)

9- Bağımsız adayların seçim çalışmalarında gördük ki, halkımız isteklerine değil, nefretlerine; hayallerine değil, korkularına göre oy kullanıyor. “Ah, ben de çok isterim tam da sizin gibi, böyle eşitlikçi, adaletli, barışçı, yeşil, demokrat bir adaya oy vereyim. Ama oylar bölünür be canım!”

SONUÇ : Oylar bölündüğünde, sevmediğiniz bir parti tarafından yönetilirsiniz. Oylar bölünmediğinde ise sevmediğiniz öteki parti tarafından yönetilirsiniz. İkisi arasında fark vardır: Birinde, istediğiniz kişiyi desteklersiniz. Ötekinde ise, daha az nefret ettiğiniz kişiyi!

DERS : Kendi seçtiğim yanlış, başkasının dayattığı doğrudan iyidir.

10- Sol duyarlıkları da olan orta sınıf Türkiye seçmeni, her seçime, son seçimmiş gibi bakıyor. İki seçim sonrasına hiçbir hazırlığı, çabası olmadığı için de, her seçimde sadece ertesi günü düşünüyor. Hayatın içinde örgütlü bir siyasi mücadele yürütmediği için, başka partiler karşısında güçsüz ve güvensiz hissediyor kendini. Seçim yaklaştıkça da telaşa kapılıyor.Seçim bitiyor, bahar geliyor, yaz geçiyor, hop bir bakmışsınız, başka bir seçim gelmiş.

SONUÇ : Siyaset sahnesini locadan seyredince, Muppet Show’un ihtiyarları gibi sürekli konuşuruz. Üstelik onlar kadar sevimli de olmayabiliriz. Birileri de bizi yönetir durur.

DERS : 2011 Genel Seçimlerine 2 yıl var. 2014 yerel seçimlerine 5 yıl. 2015 Genel Seçimlerine 6, 2019 Yerel ve Genel Seçimlerine de tam 10 yılımız var. Her birine, 6 ay kala hazırlanmaya başladığımızda, hepsini kaybedeceğimiz kesin. Ama ilk ikisini pas geçip, sonuncusuna hazırlanmaya başlasak, gözden çıkardıklarımızı bile kazanma şansımız var.

Ben yarın başlıyorum.


(*) 1 Nisan 2009 tarihli Radikal'de yayınlandı

(**) Güzel çizimi için çok sevgili dostum Aydan Çelik'e teşekkür ediyorum.



...

Daha da giymem!


Google’da “Sesimiz Nefesiniz” diye bir arama yaptım, karşıma 5950 sonuç çıktı. Kot Kumlama İşçileriyle dayanışma konserinin adıydı “Sesimiz Nefesiniz”. Abdülhalim Demir ile Mehmet Bekir Başak başta, bütün komitenin hayaliydi bu konser.

Cahit Berkay, Arif Sağ, Mustafa Erdoğan, Anadolu Ateşi, Kardeş Türküler, Mor ve Ötesi, Zeynep Tanbay, Şebnem Sönmez, İclal Aydın, Yasemin Göksu… Aynı gecede, aynı sahneye çıkacaklar… Aynı yöne dönüp, yüksek sesle aynı şeyi söyleyecekler:

“Kot işçilerinin haklı mücadelesini destekliyoruz” diyecekler. Bu çağda, bu utanca ortak olmak istemiyoruz” diyecekler.
“Kumlama yöntemiyle kot beyazlatma yasaklansın”, “Bu işte çalışıp silikozis hastalığına yakalananların tedavilerini devlet üstlensin” diyecekler!
“İşçileri ölümcül hastalığa mahkûm eden işverenler, işçilere, ölenlerin ailelerine tazminat ödesin”, “Bu insanlık suçuna göz yuman, izin veren yerel yönetimler ve kamu görevlileri dâhil tüm sorumlular cezalandırılsın!” “Artık kimse kayıtsız, sigortasız, güvencesiz çalıştırılmasın” diye bağıracaklar! “Taleplerimiz karşılanana kadar susmayacağız, durmayacağız!” diye de bitirecekler sözlerini!

Mümkün mü bu sesi Türkiye’nin duymaması? Mümkün mü, Cumhurbaşkanının, Başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bu sese kulak tıkaması?

Komiteye ilk katıldığımız günlerde, Kadıköy’de Yeşil Ev’de yaptığımız toplantıda kararlaştırmıştık: “Uzun vadeli bir kampanya tasarlamak ve bu kampanyayı da büyük bir etkinlikle başlatmak gerek. Sonra da sokakta, mecliste, ulaşabileceğimiz her yerde sürdürmek, çoğaltmak, genişletmek lazım kampanyayı.” Önümüze kâğıdı kalemi alıp neler yapabileceğimizi, kimlerden destek isteyebileceğimizi sıraladık. Bir proje olarak, kâğıt üzerinde hiç fena durmuyordu. Biraz tebessüm ederek baktık listeye. Komite üyesi Yasemin Göksu da bizim suratlarımıza baktı tebessümle. Sonradan anladık tebessümünün sebebini.

Ertesi gün sarılıp telefonuna gönlümüzden geçen isimleri tek tek aramış. Sanatçıların hiçbiri ikiletmediği gibi, bir de üzerine teşekkür edenler olmuş, “bizi de bu mücadeleye kattığınız için sağ olun”, demişler.

***

Salon bulamadığımız için, konser tarihini netleştirmek haftalar sürdü. Bir kez daha gördük ki, İstanbul gibi koca bir emekçi kentinde, kapılarını emekçilere açacak salon bulmak çok zor. Sonunda, Beşiktaş Belediyesi 11 Mart Çarşamba gecesi MKM’yi vermeyi kabul etti. Takvime baktık, 15 günümüz var. Afişlerin, biletlerin basımı, dağıtımı, satışı, çeşitli yerlerle imzalanacak sözleşmeler, salonla ilgili teknik ayrıntıların keşfi, ses sistemi, katılacak sanatçıların ses ve ışıkla ilgili teknik taleplerinin tespiti, basın duyurusu, radyo, televizyon, gazetelerle kurulacak bağlantılar ve aklınıza gelebilecek her şey için sadece 15 gün.

Üstelik hiçbirimiz profesyonel organizatör değiliz. İşlerimiz, mesai saatlerimiz filan var. Mecburen öğle aralarına, iş çıkışlarına, uyku öncelerine sıkıştırıyoruz işleri, toplantıları, koşturmaları. Geceleri uykularımız kaçıyor. İşçiler bu geceye umut bağlamış. Biz onlara mahcup olmaktan korkuyoruz, onlar hayal kırıklığına uğramaktan.

Böyle böyle bağlandı günler birbirine.

Ve gün gelip çattı: Uykularımızı kaçıran konser, bir suyun kendi yatağında akıp gidişi gibi geçti. En çok emeği geçenlere teşekkür etmeyi unutmak dışında, büyük bir hata yapmadan bitti gece. Basının, daha günler öncesinden başlayan ilgisi ve teveccühü konserden sonra da sürdü. Radyo ve televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde çok geniş yer aldı gece. Ve kot kumlama işçilerinin taleplerini, taksiciden pazar esnafına kadar bilmeyen, duymayan kalmadı.

Şimdi kampanyayı sokağa taşıma vakti. Türkiye Büyük Millet Meclisini harekete geçirmek zorundayız. Adalet Bakanlığını, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını, Sağlık Bakanlığını harekete geçirmek zorundayız.

Gecikmiş adalet, adalet midir?

Toplumun ilgisini çekmeyi başarabilen kampanyalarda bile temel bir sorun yaşanır hep ülkemizde: Bir olay, bir demeç, bir kaza, bir tartışma, bir anda her şeyi unutturuverir herkese. Ya da bir başka kampanya, daha “acil”, daha “trajik” bir konuyu getirip oturtur gündeme. İnsanların ilgisi başka bir yöne kayıverir. O anda gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir şey var işte:

Biz arkamızı döndüğümüzde, silikozis hastaları iyileşmiş olmayacak. Tıpkı biz onlara yüzümüzü dönene kadar çekip gidenlerin geri dönmeyeceği gibi…

Ama tasalanmayın. Türkiye’nin, döviz kurlarından hızlı değişen gündeminde bile bunu kimseye unutturmayacağız. Beyazlatılmış kotların bedelini, giyenler değil işçiler ödüyor; parayla değil, hayatlarıyla! Ciğerlerine kum bastığımız insanları bu ülkenin unutmasına izin vermeyeceğiz.

O nedenle şimdi bir kez daha hatırlama zamanı:

- Silikozis hastalarının geriye dönük sosyal güvencelerinin verilmesi gerekiyor. Bu işçileri çalıştıran taşeronların ve onlara iş yaptıran büyük firmaların tazminata mahkûm edilmeleri gerekiyor.

- Sorumlu kamu görevlileri hakkında dava açılabilmesi için Hükümetin soruşturma izni vermesi gerekiyor.

- Kamuoyu vicdanında mutlak biçimde haklı ve mağdur olan bu işçiler, haklı olduklarını kanıtlayabilmek için dava açmak zorundalar. Yani, görevini yapmayan devletin eksiklerini kapatmak, bu eksiklerin bedelini hayatıyla ödeyen insanlara düşüyor. Ne var ki, bu insanların mahkeme harcı yatıracak paraları bile yok.

- Adalet Bakanlığı, “adli müzaheret” kararı alarak bu davaları harçtan muaf tutabilir. Dava süreçleri hızlandırılabilir.Unutmayalım ki, seslerini duyurmaya çalışan bu insanlar, bir yandan günden güne ilerleyen ve onları soluksuz bırakan hastalıklarıyla boğuşuyorlar… Bir yandan mahkeme kapılarında “adalet” arıyorlar… “Artık” çalışamadıkları için, okullarını terk etmek zorunda kalan çocukları ayakta tutuyor ailelerini… Kâh kâğıt toplayarak… Kâh yine kot kumlayarak!

Bu kadarı fazla değil mi? Ya adalet için bir şeyler yapacağız ya da kot işçileri ömürlerinden daha uzun sürecek bir hukuk mücadelesiyle karşı karşıya kalacaklar.

Daha başındayız.

Bunu her yerde anlatmak zorundayız.

Vicdanlarımızdaki çığlığı susturmak için değil, birleştirip büyütmek için.

Siz de içinizden yükselen sesi bastırmakta zorlanıyorsanız, serbest bırakın. Gelin, birlikte büyütelim bu çığlığı. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesinin, sizin desteğinize ihtiyacı var.

http://www.kotkumlama.org/ e-mail: info@kotiscileri.org


22 Mart 2009 Tarihli Radikal İki'de yayınlandı.



...