20 Ekim 2009 Salı

Ceylan hepimize bakıyor


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı,

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür.



Yaklaşık 20 yıl önceydi. Bilge Karasu, bir dersinde bir ödev vermişti: Yalan söyleyecektik. 5 cümleyi geçmeyecektik. Genellikle zorlanırdık Bilge Hocanın ödevlerinde. Bu kez çok kolay gelmişti hepimize. Sonra anladık ki, yalan, karşıdakini inandırmak amacıyla söylenir. O nedenle, zekice kurgulanmalıdır. “Benim dedem ejderhaydı” bir yalan değil, bir palavradır. Yalanla palavra arasında koca bir uçurum vardır. O uçurumu aşabilecek tek köprü de zekâdır.
Çarpıcı bir Bilge Karasu dersi daha:


“Yalan, söyleyenin zekâsını ele verir. İçindeki zekâyı çıkardığınızda yalan, yalan olmaktan çıkar, palavraya dönüşür.”


***


13 Ekim’de Lice’deydik. Ceylan’ın parçalandığı olay yerinin 5 kilometre ötesindeki arama noktasından geçip, Ceylan’ın mezarının olduğu Bingöl Genç ilçesine bağlı Yayla köyüne gittik. Ceylan’ın mezarına fidan diktik. Başında yakılan ağıtlarla ağladık. Annesinin elini tuttuk, abisine sarıldık, dertleştik… Söylemekten çok, dinledik. Ezildik. Utandık. Suçlandık.


“Ceylana me, dılê me perçe perçe…” yazdık mezarının yanı başına bıraktığımız tahtaya. Ceylan mı parçalandı orada sadece? Benliklerimiz, ruhlarımız, vicdanlarımız, yüreklerimiz, ciğerlerimiz sağlam mı, Ceylan’ın o kahredici ölümünden sonra?’


Gittik. Eğer, oraya devlet gitseydi, belki biz gitmeyecektik. Olay yerine gitmeyen savcı hakkında vicdanları rahatlatacak tek bir söz edilse resmi ağızlardan, tek bir işlem başlatılsa, vicdanlarımız bizi böylesine kıvrandırmayacaktı, oraya gitmek için. Hepsini bir yana bırakalım… Başbakan, 8 saniyeye sığdırılabilecek, küçücük bir cümle kursa ve Ceylan’ın ailesine bir başsağlığı dileseydi, içimizin yangınına bir avuç su serpmiş olacaktı… Ama olmadı. Hiçbiri olmadı.


Kulaklarımızda annenin çığlığı, zihinlerimizde ağabeyin anlattıkları ve gözlerimizin önünde Ceylan’ın, devletine bakan gözleriyle çıktık yola. Yaklaştıkça arttı üzerimizdeki ağırlık.


Lale Mansur, Zeynep Tanbay, İlkay Akkaya,Yasemin Göksu, Ebru Şeremetli, Roni Margulies, Cengiz Algan, Yıldız Önen, ve basın mensuplarıyla birlikte bindiğimiz minibüs, Diyarbakır’dan Lice’ye giderken, gördüğümüz her köy yoluna, “kim bilir hangi beyaz Toros’ların izleri var buralarda” diyerek baktık.


İki saatlik yolda üç kontrol noktası gördük. Birinden araçtaki kameralar sayesinde sorgusuz geçtik. Sonuncuda yarım saate yakın bekletildik.


Yayla’nın yolu toprak. Kıvrıla kıvrıla çıktığımız, aşağıdan baktığımız tepelerden birinin ardında kalıyor. 40 hane olduğu söyleniyor ama baktığınızda beşten fazlasını bir arada göremiyorsunuz. Tıpkı Ceylan’ınki gibi kocaman gözler karşıladı bizi Yayla’da. Rüzgârın savurduğu toprak, geniş bir sessizlik, annenin yüzü ve ağabeyin anlattıkları kazındı Ceylan’ın fotoğrafının yanı başına.
Bilirkişi raporunu okumuştuk, haberlere yansıdığı kadarıyla. Ceylan’ın abisini, Rıfat’ı dinledik. Rıfat … patlamayı ilk duyan, Ceylan’ın yanına ilk koşan, kız kardeşinin üzerini gömleğiyle örten, saatlerce devlet oraya gelsin diye kuş gibi çırpınan abi... Anlattı olayı bütün çıplaklığıyla. Hesap soracağı yerde hesap sorulan, kızacağı yerde kızılan, azarlanan, küfredilen kişilerdi, Ceylanın abisi, babası, amcası: “Hepiniz teröristsiniz! S.. gidin!”, “Acınız olduğunu bilmesem biliyorum ben size yapacağımı!”, “Niye Ceylan’ın kanının olduğu topraktan daha fazla getirmediniz?”, “Etlerin takıldığı dallardan daha çok koparsaydınız ya!”…


Kahrolduk. İki hafta önce Ceylanlarını yitirmiş bu büyük yürekli insanlar, sırf oraya gittik diye, göz yaşlarımız birbirine karıştı diye bize teşekkürle, minnetle sarılınca, bir hançer gelip saplandı boğazımıza.


***


Ceylan’ın ölümünün üzerinden 20 gün geçti. Önümde iki gazete duruyor. Biri 10 Ekim tarihli. İçişleri Bakanı “Olayın dibine ineceğiz, demiş, iki kriminal raporu bekliyoruz”. Bekledikleri rapor açıklandı sonunda. Bugünkü gazete manşetten girmiş.


Bilirkişi raporuna bakıyorum ve Bilge Karasu’nun 20 yıl önceki dersini hatırlıyorum:
“Yalan, söyleyenin zekâsı kadardır. İçindeki zekâyı çıkardığınızda geriye palavra kalır.”





24 Eylül 2009 Perşembe

Siyasete can suyu: “Aranan kan bulunmuştur!”






Hayatın merhametli,
düzenin adaletli,
siyasetin demokratik olduğu bir ülke
hızla uzaklaşırken bizden ve
hayallerimizden…

Siyasete can suyu

“Aranan kan bulunmuştur!”

TRT radyolarından kan anonsları yapıldığı günlerde, başlıktaki anonsu duyana kadar içimiz rahat etmezdi.
Tanımadığımız birilerinin yaşam mücadelesi bizim meselemiz olurdu.
Ne yazık ki, insanların da devlete baka baka gitgide hoyratlaştığı, hoyratlık ne kelime, sokaklarda birbirini doğradığı bir ülke oluyoruz hızla.
Ve bu ülkede siyaset de, genel iklime gayet uygun şekilde, gitgide daha çok tıkanıyor. Hangisi sebep, hangisi sonuç, kestirmek zor...
Siyasetin bu kadar tıkandığı bir dönem, aslında o siyasete can suyu olabilecek yeni siyasal seçenekler için de en elverişli zaman olabilir.
İlkokuldan itibaren ezber edilmiş tüm klişeleri cesaretle yerle bir edecek ve bu ülkeye yepyeni bir siyaset kültürünü de beraberinde getirecek yeni bir siyasal parti, toplumda “aranan kan bulunmuştur” hissini yaratabilir.
Bugünlerde çalışmaları süren yeni girişim, geçmiş yenilgilerin makûs talihini tersine çevirebilir. Ancak bunun için öncelikle, kendine klişelerden kurtulmuş bir dil yaratmak zorunda.
İkincisi, iletişimin merkezine kendini ve kendi söylediği sözü değil, o sözün muhataplarını koymak zorunda. (Bu iki konuyu başka bir yazıya bırakalım.)
Üçüncüsü,
Bu parti tek bir vaatle çıkmalıdır toplumun karşısına.
Bu vaat, yoksulluğu ortadan kaldırmak, işsizliği çözmek değildir. Savaşları durdurmak ya da ırkçılığı sonsuza kadar yeryüzünden silmek; darbelerle hesaplaşıp vedalaşmak da değildir. Ya da eğitimi-sağlığı parasız yapmak, ekolojik yıkımı durdurmak, doğal yaşamı korumak vs. de değildir.
Bu vaat, aslında tek bir cümledir ve "cümle" kelimesinde de mündemiç olduğu üzere, aslında bunların tümünü (hatta fazlasını) içinde barındırır.
"Başka bir dünya"dan muradımız, bütün bir hayat tahayyülümüz bu cümlededir ve bu bizim alamet-i farikamızdır.
Bu parti, topluma, kaybettiği şeyi vaat edecek.
Siyasetin, yargının, polisin, askerin, bir bütün olarak sistemin kaybettiği (aslında hiçbir zaman sahip olmadığı) şeyi vaat edecek.
Önce Karadeniz sahilini yok edip, sonra 3. köprüye yer beğenen; vaktiyle dere yataklarına şehir kurulmasına göz yumup sonra hepimizin gözünün içine baka baka "doğa kendisinden çalınanı mutlaka alır" diyen başbakanların, belediye başkanlarının kaybettiği şeyi vaat edecek.
Darbecilikten ve çetecilikten yargılanan generalleri evlerine yollarken, Erol Zavar'ı, Güler Zere'yi ve nicelerini F tipi hücrelerde tutan adaletin yitirdiği şeyi vaat edecek.
Sefil 367 parodisini bütün topluma hukuk diye kakalayan yüksek yargının kaybettiği şeyi...
Beyaz toroslara bindirilip götürülen ve Abdülkadir Aygan konuşana kadar bir daha kendilerinden haber alınamayan insanların kemikleri topraktan fışkırırken; “Bunlar emperyalizmin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlar” deyip buzdan bir heykel gibi oturan solcuların kaybettiği şeyi…
Kazılan kuyulardan çıkan kemiklere “onlar hayvan kemiği” diye arkasını dönen; “onlar hayvan kemiğiyse, 17 bin 500 insanın kemiği nerde?” diye sormayan; “eğer 17.500 kişi kaybolmadıysa o analar 20 yıldır niye sokaklarda?” sorusuna cevap aramayan, “Türkiye’nin aydınlık yüzlü insanlarının” kaybettiği şeyi…
3 Kasım 1996’dan sonra, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” diyerek ışıklarını açıp kapatan ve dönemin Refah-Yol iktidarından Susurluk’u aydınlatmasını isteyen; ama ışıkları açmayı unuttuklarından herhalde, “AKP mi çözecek Ergenekon’u” deyip olan biteni çekirdek çitleyerek izleyen çağdaş arkadaşların kaybettiği şeyi…
Sendikalı işçiyi kapının önüne koyan patronun; işçiyi satan sendikacının; eline gelen manşetlik haberi yaz(a)mayan gazetecinin; başörtülü kızları üniversitenin kapısında aşağılayan rektörün; halkın karşısında o halkın seçtiği belediye başkanını konuşturmayan valinin; işçi kadınları yük arabasında taşıyan insan müsveddesinin yitirdiği şeyi vaat edecek.
Bu partinin Türkiye'ye vaat edeceği tek şey vardır:
Yeryüzünün sırtını döndüğü, unuttuğu, terk ettiği, hor görüp aşağılayarak gözden düşürdüğü bir şeyi yeniden hatırlamak, hatırlatmak, ona itibarını yeniden kazandırmak:
Evet, çok naif, çok safça ama bu, vicdandır, adalet duygusudur, yeni bir ahlâk anlayışıdır.
Vicdan, enternasyonal bir dildir
Bayraklara sarılı tabutları, cenazeleri, taziye çadırlarını, taş atan çocukları, Diyarbakır cezaevini, Esat Oktay Yıldıran adı yazılı anıtları, Orgeneral Mustafa Muğlalı kışlasını...
1 Mayıslardaki devlet terörünü, döve döve öldürdükleri Engin Çeber'i…
Devletin, sigortasız çalıştırılmasına göz yumduğu silikozis hastası kot kumlama işçisine hastanede senet imzalatmasını; kanser ilaçlarını devlet güvencesinden çıkartmasını...
Ormanlar cayır cayır yanarken yangın söndürme uçağı yerine füze alınmasını… 10 yılı kurtarma yalanıyla 10 bin yıllık tarihin suya gömülmesini…
Sokaklarda yatan insanları, çöp toplayan çocukları, yüzlercesini, binlercesini…
Anlamanın da, anlatmanın da en etkili dilidir vicdan. Anlıyorsa sizdendir. Anlamıyorsa zaten ideolojisinin (markasının) hiçbir hükmü yoktur.
Bu toplum, medyada, okulda, üniversite kapısında, devlet dairesinde, karakolda, mahkemede, mecliste, hastanede, cezaevinde, çarşıda, pazarda, kısacası bütün hayatta ikrah getirdiği adaletsizliğin, merhametsizliğin, vicdansızlığın, utanmazlığın karşısına dikilecek bir partiye gönlünü de kapılarını da açacaktır.
Silahlının karsısında silahsızı, malikin karsısında mülksüzü, ezenin karsısında ezileni, çoğunluğun karsısında azınlığı, bağıranın karsısında sessizi savunacağız.
Nevzat Çelik'in “İtirazın İki Şartı” şiirinde söylediği gibi, Türkiye'de Kürt olacağız, Kürtlerde Ermeni; gidip Almanya'da Türk olacağız, Amerika'da Kızılderili...
Ve bunu soğuk, akademik, teorik bir dille değil, yüreğimizden gelen sözle, hançeremizden gelen sesle anlatacağız.
En azından benim için bu partinin anlamı budur.
İnandırabilirsek buna karsımızdaki insanı, bize dönüp sormayacaktır, sağcı mısınız, solcu musunuz, diye.
Sonra koyarız adını istiyorsak.
Hatta yaparız son numaramızı, deriz ki...

"Sürpriz! Sevdalınız komünisttir!”



Yine güzel çizimi için, çok sevgili dostum Aydan Çelik'e teşekkür ediyorum.

25 Nisan 2009 Cumartesi

Makyajımız bir kez daha aktı…

23 Nisan’da bir yandan dünyada tek olduğu iddia edilen çocuk bayramını “kutladık”…

Bir yandan dünyanın gözleri önünde bir çocuğun, öldüresiye bir nefretle dipçik darbeleri altında perişan edilişini izledik.

Daha birkaç ay önce, İsrail’in vahşeti karşısında sokaklara akmıştık.

Her yer Filistin’di, hepimiz Filistinliydik.

Şimdi sadece vicdanlarımızla değil, dürüstlüğümüzle de yüzleştiğimiz andayız:

Filistinli çocuklar için döktüğümüz gözyaşları ne kadar hakiki ise o kadar insanız ancak.

Unutmayalım. Görelim. Bilelim: O dipçik hepimize.

O mahkemelerde hepimiz yargılanıyoruz.

Ve ne kadar başınızı çevirseniz de, o mahkemelerde hepimiz mahkûm ediliyoruz.

Ve biz artık bu mahkûmiyete isyan ediyoruz.

Mahkûm edilen her çocukla özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Dipçiklenen her çocukla kafa taslarımızda ve yüreklerimizde derin çatlaklar oluşuyor.

Sadece barış umutlarımızı değil, insanlığımızı da yitiriyoruz hızla.

Biz, çocuklar için adalet istiyoruz.

Biz, çocuklar için barış istiyoruz.

Biz, çocukların değil, bu vahşetin, bu utancın sorumlularının yargılanmasını istiyoruz.

 

Biz, Çocuklar İçin Adalet Girişimi olarak öfkemizi, kaygımızı kamuoyuyla paylaşıyor, yetkilileri uyarıyoruz.

 

 

ÇOCUKLAR İÇİN ADALET GİRİŞİMİ

22 Nisan 2009 Çarşamba

SEÇİM DERSLERİ: "Bu seçimden ders çıkarılmaz, diploma bile alınır!" (*)

1- 22 Temmuz genel seçimleri öncesinde doğrudan ya da dolaylı siyasete giren genç subaylar ile yaşlanmış generaller, bu kez “seçimlere katılmadı”. Ve 22 Temmuzda patlayan AKP oyları, itidalli bir normalleşme eğilimine gidi.

SONUÇ : Seçim gezisine çıkarken apolet ve postallarını evde bırakan CHP, AKP’ye verdiği belediyelerden (Antalya, Kartal, Maltepe, Sarıyer gibi) bazılarını geri aldı. İstanbul Büyükşehir, Beyoğlu gibi yerlerde, başa baş bir sonuç elde etti.

DERS : Sandıktan çıkmış iktidarlarla, sandıkta mücadele edilebilir. Başka yerlerden çıkan iktidarlarla mücadele edilemediğini epey tecrübe ettik.

2- Başbakan, gazetelerden, televizyonlardan, meydanlardan bağırdı durdu: “Kriz yok, teğet geçiyor, birileri korku siyaseti yapıyor!” Emek örgütleri de meydanlardan cevap verdi: “Ey Başbakan, krizin nereden geçtiğini merak ediyorsan, ya pazara gel, ya sandığa!”

SONUÇ : Özellikle emekçi nüfusun yoğun olduğu büyük kentlerde, Başbakan’ın değil, emekçilerin haklı olduğu anlaşıldı. İşçi, çiftçi, kamu çalışanı, anasını da alıp sandığa gitti.

DERS : AKP kendine çeki düzen vermezse, (muhalefet de kendine çeki düzen verirse) bu kriz çok kişilerin başını yer.

3- AKP, TRT Şeş’i yayın hayatına kazandırdı. Başbakan Recep T. Erdoğan TRT 6’nın açılışında Kürtçe “Hayırlı olsun” dedi ama Meclis grubunda Kürtçe konuşan Ahmet Türk’e veryansın etti. Yani “Kürtçe konuşulacaksa, onu da biz konuşuruz” demiş oldu. 12-13 yaşında çocuklar, ellerindeki “taş izlerine” bakılarak hapse atıldılar. Yaşlarının iki katı hapis cezası isteniyor haklarında.

SONUÇ : DTP Bölge belediyelerini silip süpürdü.

DERS : Siyasette, karşınızdaki insanları en az kendiniz kadar ciddiye alacaksınız. Yoksa onlar da sizi ciddiye almaz. Üstelik daha akıllı olduğunuz yanılsamasına kapılırsanız, aradaki farkı da sizden çıkarırlar.

4- AKP’nin Kürt sorunu ile ilgili açılımlarının oya dönüşeceğini düşünenler yanıldı. Kürtler, özellikle bölgede tercihlerini ezici bir biçimde DTP’den yana kullandılar. Kürtler, Kürt siyasi hareketi olmasa, AKP’nin de, başka hiçbir partinin de kendilerine bu ölçüde teveccüh göstermeyeceğinin gayet farkındalar.

SONUÇ : DTP, AKP’ye ödünç verdiği oyları geri aldı.

DERS : Bu saatten sonra Kürt enstitüsü de kursanız DTP’ye yazar, TRT Şeş’i kapatsanız da!

5- Şanlıurfa’da AKP mevcut başkanını yerel taleplere rağmen aday göstermedi. “Ceketi koysak kazanırız” diyerek pek fena üst perdeden konuştu.

SONUÇ : Seçime bağımsız giren Eşref Fakıbaba yüzde 44 ile kazandı.

DERS : Büyük lokma yemeli, büyük laf etmemeli. Ortaya aday diye bir ceket koyuyorsan, içine birini koymayı unutmamalı.

6- Hopa’da ÖDP’li Belediye Başkanı Yılmaz Topaloğlu, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın milletvekili olmasına destek verdiği için, bazı ÖDP’liler tarafından aforoz edildi. Genel Başkanlarının milletvekili olmasına çok sinirlenen bazı ÖDP’liler, önce onu Genel Başkanlıktan indirdiler, sonra da önseçimde Belediye Başkanlarını silkeleyip yeniden aday göstermediler.

SONUÇ : Bağımsız aday Yılmaz Topaloğlu seçimi, ÖDP ise galiba daha fazlasını kaybetti. Birbirleri varken düşmana ihtiyaç duymayan solcularımız, başka bir dünya gibi, başka bir seçimin de, başka bir siyasetin de mümkün(!) olabildiğini yeniden tüm Türkiye’ye gösterdiler.

DERS : “Solcular” olmasa sol ne seçimler kazanır bu ülkede!

7- Sol, Türkiye’nin dört bir yanında platformlar kurarak yerel seçimlere var gücüyle asıldı. Kimi yerlerde bağımsız adaylar çıkararak, kimi yerlerde bir parti altında, Türkiye’ye dair iddiasını ortaya koydu.

SONUÇ : Çamlıhemşin, AKP’nin Rize’de kaybettiği tek belediye oldu. Seçime bağımsız giren sosyalist aday İdris Melek, yüzde 46 oyla seçimi kazandı. ÖDP, Hatay Samandağ’da Mithat Nehir, Aknehir beldesinde Mehmet Mübarek, Malatya Ağılbaşı (Engüzek) beldesinde Cengizhan Kılıç ve Kırıkkale Hasandede Beldesinde Malik Ejder Çoşkun ile seçimleri kazandı. Tunceli Mazgirt’te Tekin Türkel, Hozat’ta Cevdet Konak, Pertek'te Kenan Çetin, Nazımiye’de Cafer Kırmızıçiçek, solun ortak adayı olarak girdikleri seçimlerden başarıyla çıktı.

DERS : Umutlanmak için daima bir nedenimiz vardır. Ama o nedeni bile kendimiz yaratırız emeğimizle.

8- Her hamlesinde başka bir parlak zekâ örneği sergileyen TKP, 22 Temmuz seçimlerine “Sürüden ayrılma zamanı” sloganıyla girip, her 10.000 kişiden 22’sini sürüden ayırmayı başarmıştı. Masraftan kaçmayıp, her yeri lağım pompası afişleriyle donatıp “AKP’yi istemiyoruz” mitingleri düzenleyen TKP, bu seçimlerde on binde 18’e geriledi. Kafasına çuval geçirilmiş Türk askeri figürlü el ilanlarını görünce, 22 kişiden 4’ü “aslı varken taklidine oy vermem” deyip İşçi Partisine transfer olmuş olabilir. O zaman hemen bir de İşçi Partisine bakalım: İşçi Partisi’nin, 2007’deki on binde 36’lık oy oranı, bu seçimlerde on binde 26’ya düştü.

SONUÇ : Bu milliyetçi yurtsever histeri, histeriklerin değil, MHP’nin oylarını artırdı.

DERS : “Oh, dünya Türk olsun, her Türk asker doğar, bayrakları bayrak yapan kandır, Türk askerinin başına çuval geçirtenler satılmıştır, kalpaklı süvarim benim, sarışın kurdum, kısrak başım… Hem milliyetçiyim, hem solcuyum” diye siyaset yaparsanız, vatandaş “helal olsun” der, ama aslı varken size gelmez. Çok şükür memlekette milliyetçinin de taklidine ihtiyaç yok, solcunun da.(Ataları yabana atmayalım. Sürüden ayrılanı kurt kapma ihtimali vardır. “Peki, ya kurt sürüsünden ayrılanı kim kapar” diye bir soru sormakta da yarar var.)

9- Bağımsız adayların seçim çalışmalarında gördük ki, halkımız isteklerine değil, nefretlerine; hayallerine değil, korkularına göre oy kullanıyor. “Ah, ben de çok isterim tam da sizin gibi, böyle eşitlikçi, adaletli, barışçı, yeşil, demokrat bir adaya oy vereyim. Ama oylar bölünür be canım!”

SONUÇ : Oylar bölündüğünde, sevmediğiniz bir parti tarafından yönetilirsiniz. Oylar bölünmediğinde ise sevmediğiniz öteki parti tarafından yönetilirsiniz. İkisi arasında fark vardır: Birinde, istediğiniz kişiyi desteklersiniz. Ötekinde ise, daha az nefret ettiğiniz kişiyi!

DERS : Kendi seçtiğim yanlış, başkasının dayattığı doğrudan iyidir.

10- Sol duyarlıkları da olan orta sınıf Türkiye seçmeni, her seçime, son seçimmiş gibi bakıyor. İki seçim sonrasına hiçbir hazırlığı, çabası olmadığı için de, her seçimde sadece ertesi günü düşünüyor. Hayatın içinde örgütlü bir siyasi mücadele yürütmediği için, başka partiler karşısında güçsüz ve güvensiz hissediyor kendini. Seçim yaklaştıkça da telaşa kapılıyor.Seçim bitiyor, bahar geliyor, yaz geçiyor, hop bir bakmışsınız, başka bir seçim gelmiş.

SONUÇ : Siyaset sahnesini locadan seyredince, Muppet Show’un ihtiyarları gibi sürekli konuşuruz. Üstelik onlar kadar sevimli de olmayabiliriz. Birileri de bizi yönetir durur.

DERS : 2011 Genel Seçimlerine 2 yıl var. 2014 yerel seçimlerine 5 yıl. 2015 Genel Seçimlerine 6, 2019 Yerel ve Genel Seçimlerine de tam 10 yılımız var. Her birine, 6 ay kala hazırlanmaya başladığımızda, hepsini kaybedeceğimiz kesin. Ama ilk ikisini pas geçip, sonuncusuna hazırlanmaya başlasak, gözden çıkardıklarımızı bile kazanma şansımız var.

Ben yarın başlıyorum.


(*) 1 Nisan 2009 tarihli Radikal'de yayınlandı

(**) Güzel çizimi için çok sevgili dostum Aydan Çelik'e teşekkür ediyorum.



...

Daha da giymem!


Google’da “Sesimiz Nefesiniz” diye bir arama yaptım, karşıma 5950 sonuç çıktı. Kot Kumlama İşçileriyle dayanışma konserinin adıydı “Sesimiz Nefesiniz”. Abdülhalim Demir ile Mehmet Bekir Başak başta, bütün komitenin hayaliydi bu konser.

Cahit Berkay, Arif Sağ, Mustafa Erdoğan, Anadolu Ateşi, Kardeş Türküler, Mor ve Ötesi, Zeynep Tanbay, Şebnem Sönmez, İclal Aydın, Yasemin Göksu… Aynı gecede, aynı sahneye çıkacaklar… Aynı yöne dönüp, yüksek sesle aynı şeyi söyleyecekler:

“Kot işçilerinin haklı mücadelesini destekliyoruz” diyecekler. Bu çağda, bu utanca ortak olmak istemiyoruz” diyecekler.
“Kumlama yöntemiyle kot beyazlatma yasaklansın”, “Bu işte çalışıp silikozis hastalığına yakalananların tedavilerini devlet üstlensin” diyecekler!
“İşçileri ölümcül hastalığa mahkûm eden işverenler, işçilere, ölenlerin ailelerine tazminat ödesin”, “Bu insanlık suçuna göz yuman, izin veren yerel yönetimler ve kamu görevlileri dâhil tüm sorumlular cezalandırılsın!” “Artık kimse kayıtsız, sigortasız, güvencesiz çalıştırılmasın” diye bağıracaklar! “Taleplerimiz karşılanana kadar susmayacağız, durmayacağız!” diye de bitirecekler sözlerini!

Mümkün mü bu sesi Türkiye’nin duymaması? Mümkün mü, Cumhurbaşkanının, Başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bu sese kulak tıkaması?

Komiteye ilk katıldığımız günlerde, Kadıköy’de Yeşil Ev’de yaptığımız toplantıda kararlaştırmıştık: “Uzun vadeli bir kampanya tasarlamak ve bu kampanyayı da büyük bir etkinlikle başlatmak gerek. Sonra da sokakta, mecliste, ulaşabileceğimiz her yerde sürdürmek, çoğaltmak, genişletmek lazım kampanyayı.” Önümüze kâğıdı kalemi alıp neler yapabileceğimizi, kimlerden destek isteyebileceğimizi sıraladık. Bir proje olarak, kâğıt üzerinde hiç fena durmuyordu. Biraz tebessüm ederek baktık listeye. Komite üyesi Yasemin Göksu da bizim suratlarımıza baktı tebessümle. Sonradan anladık tebessümünün sebebini.

Ertesi gün sarılıp telefonuna gönlümüzden geçen isimleri tek tek aramış. Sanatçıların hiçbiri ikiletmediği gibi, bir de üzerine teşekkür edenler olmuş, “bizi de bu mücadeleye kattığınız için sağ olun”, demişler.

***

Salon bulamadığımız için, konser tarihini netleştirmek haftalar sürdü. Bir kez daha gördük ki, İstanbul gibi koca bir emekçi kentinde, kapılarını emekçilere açacak salon bulmak çok zor. Sonunda, Beşiktaş Belediyesi 11 Mart Çarşamba gecesi MKM’yi vermeyi kabul etti. Takvime baktık, 15 günümüz var. Afişlerin, biletlerin basımı, dağıtımı, satışı, çeşitli yerlerle imzalanacak sözleşmeler, salonla ilgili teknik ayrıntıların keşfi, ses sistemi, katılacak sanatçıların ses ve ışıkla ilgili teknik taleplerinin tespiti, basın duyurusu, radyo, televizyon, gazetelerle kurulacak bağlantılar ve aklınıza gelebilecek her şey için sadece 15 gün.

Üstelik hiçbirimiz profesyonel organizatör değiliz. İşlerimiz, mesai saatlerimiz filan var. Mecburen öğle aralarına, iş çıkışlarına, uyku öncelerine sıkıştırıyoruz işleri, toplantıları, koşturmaları. Geceleri uykularımız kaçıyor. İşçiler bu geceye umut bağlamış. Biz onlara mahcup olmaktan korkuyoruz, onlar hayal kırıklığına uğramaktan.

Böyle böyle bağlandı günler birbirine.

Ve gün gelip çattı: Uykularımızı kaçıran konser, bir suyun kendi yatağında akıp gidişi gibi geçti. En çok emeği geçenlere teşekkür etmeyi unutmak dışında, büyük bir hata yapmadan bitti gece. Basının, daha günler öncesinden başlayan ilgisi ve teveccühü konserden sonra da sürdü. Radyo ve televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde çok geniş yer aldı gece. Ve kot kumlama işçilerinin taleplerini, taksiciden pazar esnafına kadar bilmeyen, duymayan kalmadı.

Şimdi kampanyayı sokağa taşıma vakti. Türkiye Büyük Millet Meclisini harekete geçirmek zorundayız. Adalet Bakanlığını, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını, Sağlık Bakanlığını harekete geçirmek zorundayız.

Gecikmiş adalet, adalet midir?

Toplumun ilgisini çekmeyi başarabilen kampanyalarda bile temel bir sorun yaşanır hep ülkemizde: Bir olay, bir demeç, bir kaza, bir tartışma, bir anda her şeyi unutturuverir herkese. Ya da bir başka kampanya, daha “acil”, daha “trajik” bir konuyu getirip oturtur gündeme. İnsanların ilgisi başka bir yöne kayıverir. O anda gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir şey var işte:

Biz arkamızı döndüğümüzde, silikozis hastaları iyileşmiş olmayacak. Tıpkı biz onlara yüzümüzü dönene kadar çekip gidenlerin geri dönmeyeceği gibi…

Ama tasalanmayın. Türkiye’nin, döviz kurlarından hızlı değişen gündeminde bile bunu kimseye unutturmayacağız. Beyazlatılmış kotların bedelini, giyenler değil işçiler ödüyor; parayla değil, hayatlarıyla! Ciğerlerine kum bastığımız insanları bu ülkenin unutmasına izin vermeyeceğiz.

O nedenle şimdi bir kez daha hatırlama zamanı:

- Silikozis hastalarının geriye dönük sosyal güvencelerinin verilmesi gerekiyor. Bu işçileri çalıştıran taşeronların ve onlara iş yaptıran büyük firmaların tazminata mahkûm edilmeleri gerekiyor.

- Sorumlu kamu görevlileri hakkında dava açılabilmesi için Hükümetin soruşturma izni vermesi gerekiyor.

- Kamuoyu vicdanında mutlak biçimde haklı ve mağdur olan bu işçiler, haklı olduklarını kanıtlayabilmek için dava açmak zorundalar. Yani, görevini yapmayan devletin eksiklerini kapatmak, bu eksiklerin bedelini hayatıyla ödeyen insanlara düşüyor. Ne var ki, bu insanların mahkeme harcı yatıracak paraları bile yok.

- Adalet Bakanlığı, “adli müzaheret” kararı alarak bu davaları harçtan muaf tutabilir. Dava süreçleri hızlandırılabilir.Unutmayalım ki, seslerini duyurmaya çalışan bu insanlar, bir yandan günden güne ilerleyen ve onları soluksuz bırakan hastalıklarıyla boğuşuyorlar… Bir yandan mahkeme kapılarında “adalet” arıyorlar… “Artık” çalışamadıkları için, okullarını terk etmek zorunda kalan çocukları ayakta tutuyor ailelerini… Kâh kâğıt toplayarak… Kâh yine kot kumlayarak!

Bu kadarı fazla değil mi? Ya adalet için bir şeyler yapacağız ya da kot işçileri ömürlerinden daha uzun sürecek bir hukuk mücadelesiyle karşı karşıya kalacaklar.

Daha başındayız.

Bunu her yerde anlatmak zorundayız.

Vicdanlarımızdaki çığlığı susturmak için değil, birleştirip büyütmek için.

Siz de içinizden yükselen sesi bastırmakta zorlanıyorsanız, serbest bırakın. Gelin, birlikte büyütelim bu çığlığı. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesinin, sizin desteğinize ihtiyacı var.

http://www.kotkumlama.org/ e-mail: info@kotiscileri.org


22 Mart 2009 Tarihli Radikal İki'de yayınlandı.



...

16 Mart 2009 Pazartesi

Savaş Karşıtları "NATO'ya Hayır" Dedi


Küresel BAK'ın iki günlük etkinliğinde konuşan Haber-Sen'den Demir, medyanın savaşı empoze ettiğini, aktivistler Kabadayı ve Margulies ABD'nin Afganistan'da Türkiye gibi "hevesli" bir ülkeye ihtiyaç duyduğunu anlattı.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
15 Mart 2009, Pazar

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu'nun ( Küresel BAK ) 3. Barış Panayırı'nda buluşan savaş karşıtlarının bu yılki başlığı "savaşa hayır, NATO’ya hayır"dı. NATO üyesi ülkeler askeri örgütün 60. yılını nisan başında "kutlamaya" hazırlanırken savaş karşıtları da bir dizi etkinlikle bunu protesto ediyor, NATO'nun dağıtılmasını istiyor.

13-14 Mart'ta, Kadıköy İskele Meydanı’nda kurulan Barış Panayırı'nın açılışına milletvekilleri Ufuk Urasve Akın Birdal, aktivist Kerem Kabadayı ve gazeteci Leyla İpekçi katıldı.

Savaşanlar, karar verenler olsaydı

"Savaşa hayır" forumunda konuşan Uras, "Savaşta savaşanlar, savaşlara karar verenler olsaydı savaşlar olmazdı” dedi.

"Savaşta medyanın rolü" adlı panelde konuşan Haber-Sen'den Mehmet Demir savaşların "ideolojik cephanesinin" medya olduğunu anlattı. Savaş başlamadan önce medyanın bir ön hazırlık yaparak, insanlarda "biz algısı" yarattığını söyleyen Demir, "Medya, savaşın farklı güçlerin savaşı değil, hepimizin savaşı olduğunu bize empoze etmeye çalışıyor" diye konuştu.

Biz algısını yaratan medyanın, bir de savaşılacak bir “öteki” yarattığını vurgulayan Demir, "biz, bizim ülkemizin başka bir ülkeye savaş açmasını, başka insanları öldürmesini keyifle izliyorsak, buna taraf oluyorsak, medya burada başarıya ulaşmıştır" dedi.

"Havai fişek gösterisi dediler"

Küresel BAK aktivisti Şenol Karakaş "Irak Savaşı" başladığında düşen ilk bombaları bazı ABD televizyonlarının bunu "Irak’ta havai fişek gösterisi var" diye verdiğini söyledi. Karakaş, bu tarz haberciliğin, işgal kuvvetlerinin tanklarına binip, onların tarafından savaşı izleyen "iliştirilmiş gazeteciler" tarafından yapıldığını vurguladı.

NATO Afganistan’da ne arıyor?

Panayırın ikinci gününde "NATO Afganistan’da Ne Arıyor" başlıklı panele Roni Margulies ve Mor ve Ötesi müzik grubundan Kerem Kabadayı konuşmacı olarak katıldı.

Kabadayı, ABD ve NATO’nun Afganistan işgalini sürdürmesinin ardında, Afganistan’ın, Rusya ve Çin gibi büyük devletlere karşı bir üs olarak kullanılmasının olduğunu söyledi.

"Türkiye hevesli ülke"

Kabadayı, Türkiye’nin bu bölgede asker bulundurmasında gizli bir işbirliği olduğunu, Türkiye’nin "orada ne yaptığının" açıklanmadığını, gizli tutulduğunu söyleyerek bu durumun "bir muamma" olarak kaldığını belirtti.

Bunun "küçük emperyalist devlet zihniyeti"nden ileri geldiğini ifade eden Kabadayı’nın ardından Margulies, Türkiye’nin böyle durumlar için hevesli bir devlet olduğunu söyledi; ABD’nin işgal ettiği bütün topraklara asker yetiştiremeyeceğini, bunun için de bu bölgede Türkiye gibi hevesli bir ülkeden asker istediğini belirtti.

Margulies şöyle devam etti: "Önümüzdeki 20-30 yıllık dönemde Çin ABD’nin en büyük rakibi olacak, ABD bunu bildiği için orada silahlanarak Çin’i de silahlanmaya zorlayacak. Böylece, Çin’in ekonomisi silahlanma gibi üretken olmayan yatırımlarla zarar görecek. ABD, Rusya’yı bu şekilde zayıflattığını düşünüyor.”

Bush’a ayakkabı fırlatma oyunu

Panayırda ABD eski başkanı George Bush’a ayakkabı fırlatma oyunu da oynandı. Kurulan hedef tahtasına Bush’un resimleri konarak ayakkabı fırlatıldı. (SY/TK)

19 Şubat 2009 Perşembe

"Turkuvaz 29 Yıl Sonra Gelen Basın Grevini Kırmaya Çalışıyor"


Sabah-atv grevine katılan 10 kişi işten çıkarıldı. TGS mücadeleyi sürdürmeye kararlı. Farklı sendikalar da greve destek veriyor. İşten çıkarılanlardan Tortop "Çok sevdiğimiz mesleğimizi yapamama riskine rağmen hak mücadelemizi sürdüreceğiz" dedi.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
18 Şubat 2009, Çarşamba

"Turkuvaz işvereni direncimizi kırmayı ve greve katılmayan çalışanları korkutmayı amaçlıyor. Ama bu oyunlarla bize geri adım attıramayacak."

Sabah-atv'de süren grev nedeniyle iş bırakan gazeteci Selim Suner, kendisinin yanı sıra dokuz kişinin işine son verilmesinibu sözlerle yorumladı.

"Bize tebliğ edilen bir şey yok. Tamamen hukuksuz bir uygulama. Turkuvaz grubu 29 yıl sonra gelen basın grevini kırmaya çalışıyor."

"Basını değil, medya patronlarını hizaya sok"

Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) işten çıkartmalarla ilgili bir basın açıklaması düzenleyerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Çalık grubunu protesto etti.

Sabah-atv'nin Balmumcu'daki binasının önünde yapılan eylemde konuşan TGC Genel BaşkanıErcan İpekçi, "Erdoğan'ın açıklamalarıyla basını hizaya sokmaya çalışmak yerine Çalık patronunun çalışanlarına uyguladığı kanunsuzlukların üstüne gitmesini" istedi.

Boykot Çağrısı

Grevdeki işçilere destek vermeye gelen Haber-Sen'den Mehmet Demir "altıncı günündeki grevin yalnızca Sabah-atv çalışanlarının değil, Türkiye'deki basın emekçilerinin tümünün grevi olduğunu" söyledi.

DİSK'e bağlı Genel-İş sendikasından Veysel Demir, grevi sahiplendiklerini anlattı ve herkesi grev süresince Turkuvaz grubuna bağlı medyayı boykot etmeye çağırdı.

"İşe giderken bu kadar heyecanlanmıyordum"

Grevdeki çalışanlardan Özsel Tortop altı gündür birçok kişi ve kurumun kendilerine destek verdiğini, hatta atv'ye izleyici olarak gelen insanların dahi kendilerine destek olduklarını anlattı.

Aktüel dergisinde editör olan Tortop, grev alanına gelirken çok heyecanlandığını, aynı heyecanı işe giderken hissetmediğini söyledi ve ekledi:

"İşveren bizi işten çıkartarak hukuksuzluklarına, biz de işveren hakkında açtığımız davalara bir yenisini daha ekledik."

"Yaygın medyanın kendilerini görmezden gelmesine rağmen seslerini alternatif ve bağımsız kanallarla duyurduklarını" anlatan Tortop "Yıllardır yaptığımız gazetecilik mesleğini yapmamayı bile göz alarak bu hak mücadelemizi sürdüreceğiz" dedi.

Sabah-atv binasındaki basın açıklamasında Bandista adlı müzik grubu grevdeki çalışanlara şarkılar söylerken, Sağlık-İş Genel Başkan Yardımcısı Hasan Öztürk de "Grevi sahiplendiklerini" söyledi.

Her gün Sefaköy ve Balmumcu'daki Sabah-atv binasının önünde toplanan TGC bu Cumartesi (21 Şubat) Taksim'de meşaleli yürüyüş düzenleyecek. (BÇ)

* Fotoğraflar: Alberto Tetta