27 Ağustos 2015 Perşembe

Devletçi kardeşimle sohbet

"İçine devlet zerk edilmiş bir insana, bir halkın onur mücadelesini anlatamazsınız.
Anlasa devlet anlardı." 

(Bu epigraf olsun. Ben o insanla sohbet etmek istiyorum biraz.)

Seni küçük bir çocukken başladılar zehirlemeye devletçi kardeşim.

Küçücük bir çocukken üzerine üniforma giydirip selam durdurdular; rap rap yürütüp alkışladılar.
Sen bunun matah bir şey olduğunu sandın. Sırayı bozduğunda, arkadaşınla kıkırdadığında kafana yedin tokadı, sustun. Bu tokatla kendine gelecek değildin; çocuktun.

Bir çocuğun içine çocukluktan başka bir şey koyamazsın. Almaz çünkü.
Alıyorsa, çocukluğundan çalıyorsun demektir. Alıyorsa eksilttiğin yere alıyordur.

İşte hepimizin içine çocukluktan itibaren Ant'lar, marşlar, şanlı destanlar, insandan önemli unvanlar, candan kıymetli kavramlar soktular. Böyle böyle, rengârenk bir hayat yeşerecekken içimizde, kapkara bir devletçik inşa ettiler.

Sonra yetinmediler, beynimizi, ruhumuzu ikiye bölüp, bir yarısına o devleti koydular, öteki yarısına da sayısız düşman doldurdular.

Hepimiz tanımadığımız, görmediğimiz, bilmediğimiz insanlardan ve 'şey'lerden nefret ederek büyüdük.

Devlet ne zaman kendi düşmanlarından kurtulmak istese, içimizde büyüttüğü düşmanları sürdü bizim önümüze.

O devlet içimizde durduğu sürece bize huzur yok kardeşim.

Seninle sohbetten muradım da bu.
Belki çıkartabiliriz oradan onu.
Derimizin altına giydirilmiş üniformadan kurtulabiliriz belki.

Şöyle anlatayım:
Üzerinde yaşadığımız topraklarda birkaç tane devlet yok.
Cumhurbaşkanının da her fırsatta söylediği gibi devlet tektir.
Hatırladın mı? "Tek devlet".

Devlet denince gözünün önüne ne geliyor, tam bilmesem de tahmin edebiliyorum.
Bayrak, marş, şanlı tarih, büyük millet...
Önünde bayrak direği, içinde Atatürk köşesi bulunan çok sayıda bina.
Hastane. Okul. Vergi dairesi.
Kanunlar, mahkemeler, cezaevleri, karakollar, kışlalar…
Bayramlar, resm-i geçitler, makam arabaları, korumalar...

Halbuki, Yüksekova'da, Şemdinli'de, Varto'da, Lice'de...
Kısaca Ankara'nın öte yanında, devlet denince insanların aklına sadece uzun namlulu silahlar, Akrepler, TOMA'lar, tanklar, kendilerine nefretle bakan insanlar, küfürler, hakaretler geliyor.

Karışık, değil mi?
Aslında değil. Evet, devlet tek. Meseleyi karıştıran, senin ısrarla  tek devleti savunurken, iyi devlet ve kötü devlet diye iki ayrı devlet algısını yadırgamayışın.

Uzattım, biliyorum.

Depremde, selde, olay mahalline kurtarma ekipleri ve ambulanslardan önce çevik kuvvet gönderen devlet var ya...

Aynı fasıldan, madenlerde, inşaatlarda, fabrikalarda, tersanelerde her gün işçiler teker teker ya da topluca öldüğünde (bak senin hatırın için 'iş cinayeti' demiyorum, sanki fıtratmış gibi yapıyorum) iş verenlerin önünde etten duvar ören, kaybettiği yakını için feryat eden insanları yerlerde tekmeleyen devlet yani.

İşte o devlet haftalardır kendi şehirlerini bombalıyor, insanlarına ateş ediyor, evleri yakıyor, şehirlerin giriş çıkışını kapatıyor, yaralılara giden ambulansların önünü kesiyor, hastane önünde bekleyenleri vuruyor...

Seninle aynı TC kimliğini taşıyan insanlar bunlar. Yanlış anlaşılmasın.

O insanlar üçer beşer ölüyor. Evleri başlarına yıkılıyor. Hayat orada bir türlü akmıyor.

İşte sen içindeki devleti kan ve kinle besleyip büyütüp semirttiğin için oluyor biraz da bunlar.

Haberleri seyrederken sürekli aynı tarafa küfrediyorsun ya...
Bir kez de tersine çevir hikâyeyi.
İçindeki devletle içindeki düşmanın kavgasına bir mola ver.
Bir durdur şunları.
Derin bir nefes alıp, bir daha bak şu olan bitene.
Bir de, seyrettiğin kanalı, okuduğun gazeteyi değiştir bir hafta için.
Sonra bir gel, tekrar konuşalım.

Biz bunu yapmazsak, huzur yok hiçbirimize.

Hadi!

19 Ağustos 2015 Çarşamba

"Gerisi boş laf"

Bekir Berat Özipek'in, Serbestiyet sitesindeki "İllüzyon ve gerçek" yazısına cevap

Bundan iki yıl önce sorulsaydı, Bekir Berat Özipek için, “farklı dünya görüşlerinden olmamıza rağmen yan yana gelebildiğimiz, barış gibi, demokrasi gibi yüksek değerler için yan yana mücadele edebildiğimiz, entelektüel vicdana sahip bir akademisyendir” derdim.

Erdoğan aksırınca zatürre olan geniş bir yazar, çizer, akademisyen, medya yöneticisi yaşıyor memlekette, onu biliyoruz. Ama doğrusunu isterseniz, vicdanına güvendiğim bazı insanlara bunu hiç kondurmadığım için, Bekir Berat Özipek’i hep ayrı bir yerde tuttum.

Ama Gezi öyle bir bozdu ki kimyasını Erdoğan’ın, ne yazık ki kendilerini tuttuğum o “ayrı yer” Erdoğan tsunamisiyle haritadan silindi.

Bekir Berat Özipek’in bugün yazdığı yazıyı okudum, evirdim, çevirdim, tekrar okudum, satırların arasına filan baktım ama yutamadım. Benim kursağıma dizilen yazı, onun gibi bir adamın kaleminden nasıl çıktı, anlayamadım.

Yazının başlığı "İllüzyon ve gerçek”. Kendince, ‘Erdoğan karşıtlarının gerçekmiş gibi sunduğu’ ama illüzyon olduğunu iddia ettiği şeyleri sıralıyor. Ve asıl gerçek o değil, şu diyor.
Ama yazı, ilk cümleden itibaren, ağır bir apolojiyle malûl. Tek yanlı propaganda üretme çabasıyla, entelektüel vicdandan, objektiviteden, hakkaniyetten yoksun.

Gerçek illüzyonlar ve illüzyon gerçekler

Diyor ki, daha yazının başında (spot olarak burayı seçmişler) “Bugün ‘AKP’dense şeytanı bile desteklemeye hazır bir medya, akademi ve siyaset unsurları var bu ülkede.”

Doğru mu? Doğru. Peki şöyle söylersek:

“Bugün, Erdoğan ne derse desin (iki saat arayla söylenmiş birbirinin tam aksi şeyler bile olsa) desteklemeye hazır bir medya, akademi ve siyaset unsurları var bu ülkede.”
Yanlış mı Bekir Berat Hocam?

Gerçeğin turasını gösterip, yazısını sakladığında sadece senin tarafından bakan kişileri kandırmış olursun.  Biz buradan bakınca yazısını da görüyoruz, turasını da. Sen kendi kitlene turadan başka hakikat olmadığını kabul ettirebilirsin ama biz biliyoruz: Tek yüzlü madalyon yok.

Devam ediyor: “Çözüm Sürecinde PKK’nın ateşkesi bozması için çok uğraştılar; (…)”

Kim uğraştı? Aynı yazıdan, senin cümlelerinle itiraz edeyim sana: “Ama bugün, hakikate şahitlik için yapılması gereken, öncelikle bu savaş kararını mahkum etmektir. Faili silikleştirmeden, belirsiz öznelerin ardına gizlenmeden….”

İşine gelince özneler belirsizleşebiliyor demek. Peki ne yaptı bu belirsiz özneler? Nasıl uğraştılar PKK’nın ateşkesi bozması için? En iyi ihtimalle bir tartışmanın konusu olabilecek bir iddiayı böyle tek nefeste söyleyip hakikatmiş gibi sunduğunda, yazının başlığındaki illüzyonları ve gerçekleri nereye koyacaksın?

“Belirsiz özneler” demişken; Mersin ve Adana HDP binaları ile birlikte 100’ün üzerinde saldırının, Diyarbakır ve Suruç katliamlarının soruşturmaları ne âlemde acaba?

Sence “eller tetikten çekilmeli” diyenler mi uğraştılar ateşkesin bozulması için? 

Bu durumda, sağ elini tabutun üzerine koyup, “Ne mutlu şehit ailesine, Kıyamete kadar sürecek bu” diyenler de barışın teminatı oluyor, öyle mi Bekir Berat?

“Çoktan bitmiş bir savaşın hayaletiyle boğuşuyoruz.
Ama maalesef onun kurbanları gerçek insanlar.
Tabutların ardından bakan çocuklar da, daha dünyaya bile gelmeden babasını kaybeden bebekler de gerçek.
Saklandığı ormanda savaşın devam ettiğini sanan Japon askeri gibi, PKK da kendisini 90’larda zannedip, bugünün siyasi ortamında ‘devrimci halk savaşı’ yapmaya kalkıyor.”

Son cümleye kadar amenna. ‘Ama kendini 90’larda zanneden PKK’ya gelmeden bir önceki durağı niye pas geçiyorsun Bekir Berat Hocam? Seçimlerden önce ve sonra HDP’ye yönelik kaç saldırı yapıldı? Yukarıda da sordum: Kaçının faili yakalandı? Önlenebilecek kaç saldırı, önlenmedi? 15 gencin slogan atmak için toplandığı yere 150 polis görevlendiren devlet, Diyarbakır’da, Suruç’ta neden görevini yapmadı? Her iki bombalı saldırıda da yerlerde yaralılar varken gaz ve TOMA’yla insanların üzerine saldıran polis neden yok senin yazında? Saldırılarda öldürülen insanların cenazeleri dev gibi gövde gösterilerine dönüştürülebilecekken… Ortalık küçücük bir kıvılcımla yangın yerine dönebilecekken… O cenazeler niçin gece yarısından sonra gömüldüler?

Haftalardır ormanları kül eden yangınlar piknik ateşinden mi çıktı? Türkiye’nin doğusunda kaldığı için her gün sessiz sedasız cenazesi gömülen çocuklar, kan davasında mı öldürüldü? Sınırda bekletilen cenazeleri hangi savaş hukukuna dâhil edebilirsin? Hangi dine? Hangi vicdana? Ya kurşuna dizilen katırlar? Özel güvenlik bölgeleri? Sokağa çıkma yasakları? Milletvekilleri dışında kimsenin sokulmadığı; bombalanan, kurşun yağmuruna tutulan, alev alev yanan şehirler? Bunlardan sonra sen kendini 2015’te hissedebiliyor musun?




(Muhtemelen bizleri kastederek)  “O radikal demokrat sloganların altındaki milliyetçilik, kanlı ve çirkin suratını gösteriyor.”

O kanlı ve çirkin suratı neden Kürtlere yapılan saldırılarda görmüyorsun? Yoksul Kürt işçiler her yerde lince uğrarken, mevsimlik işçi olarak geldikleri şehirlerden sürülürken, kovulurken görmek istemediğin, o kanlı ve çirkin suratları anmadan söyleyeceğin her cümle, ancak ve ancak saraya şirin gösterir seni.

Ama vicdanını muktedirin kemendinden kurtarmış hiçbir Allahın kulunu kandıramazsın: Bu toplum, her sabah televizyonu açtığı andan itibaren gecenin körüne kadar her dakika, cehennemin dibine kadar her kanalda görüyor o kanlı ve çirkin yüzü.

 “AKP demokrat değil”miş! Sahiden öyle olsa ne olur? Duyan da PKK insani yardım amaçlı bir sivil toplum örgütü sanır.

Duyan da Türkiye’yi PKK yönetiyor sanır. Devletin, iktidarın suçlarını teşhir ettiğimiz, görevlerini, yükümlülüklerini hatırlattığımız her yerde önümüze PKK’yı sürmek ne devleti ve iktidarı aklıyor, ne seni kurtarıyor.

Tam aksini söyleyeyim sana: Sizin gibi devletle, iktidarla kucak kucağa yaşayan, muktedirin yörüngesinden çıkmayan; bu uğurda bireysel hak ve özgürlükleri bile çatır çatır çiğneyip sonra da kendine 'liberal' diyen insanlar yüzünden, gerçek liberaller kendilerine başka ad arıyor.

“Biz Çözüm Süreci’ni PKK demokrat olduğu için desteklemedik.”

Haklısın. Biz de öyle. Hatta sizden farklı olarak, biz çözüm sürecini “AKP hükümeti insan haklarına, özgürlüklere saygılı, demokrat bir iktidar “ olduğu için de desteklemedik. Onun ne olduğunu gayet iyi biliyoruz.
“Her gün bir HDP’li milletvekili indirilmeli” diyen insanların kılına bile dokunulmadı, AKP’li oldukları için.
Ama salt medyanın dilindeki devletçiliği hicvetmek için “etkisiz hale getirildi” ifadesini kullanan bir HDP parti meclisi üyesi tutuklu şu anda.

Ve siz, iktidarınızla birlikte bunu da destekliyorsunuz. Aksini söylediğin iki twit seni bu sorumluluktan kurtarmıyor.

Liberalizminiz de alaturka!

“Çözüm Sürecinin sona ermesinde asıl günah ister Hükümete ait olsun ister PKK’ya, bu PKK’nın savaş kararını meşrulaştırmıyor.”

Bence de meşrulaştırmıyor. Peki, devletin ceberut, savaşkan, antidemokratik politikalarını meşrulaştırıyor mu? Neden burada susuyorsun? “… se bile, … sa bile” diyerek adil, vicdanlı, hakkaniyetli bir tutum takınabilir mi bir insan?

Biz eğip bükmüyoruz. Senin gibi konuşsam, “PKK savaş kararı alsa bile, bu hükümetin … meşrulaştırıyor mu” demem gerekir, değil mi?
Öyle demiyoruz ama biz:
Her fırsatta söylediğimiz gibi, PKK derhal, kayıtsız şartsız bütün silahlı unsurlarını Türkiye sınırları dışına çıkarmalı. Üstelik bunu ne sizin hatırınız için söylüyoruz, ne de can simidi olarak her zorda dört elle sarıldığınız “Erdoğan nefreti” yüzünden.

Biz, ama’sız, riyasız barış istiyoruz.
Üstelik barışın sadece silahların susmasından ibaret olmadığını biliyoruz.
Devlet, halkının hizmetkârı olana kadar eğilmeden gerçek bir barıştan söz edilemeyeceğini söylüyoruz.

Biz ne istediğimizi biliyoruz.

“Yaşananları, iktidar partisinin tek başına iktidarı kaybetmesinin öfkesi gibi çocukça bir gerekçeye bağlamak, gerçekle yüzleşmek istememektir.”

Cumhurbaşkanından Başbakana, bakanlara, danışmanlara, başdanışmanlara, havuz yazarlarına, çift tabancalı bodyguard’larına, dış kapının mandalına kadar herkesin açıkça itiraf ettiği bir şeyi hâlâ yokmuş gibi göstermeye çalışıyorsun Bekir Berat. Tayyip Erdoğan’ın Adem’le Havva’dan önce doğduğunu ve o günden beri başbakan olduğunu zanneden çocuklar bile öğrendi ki, son seçimde HDP baraj altında kalsaydı, Erdoğan'ın da, Türkiye'nin de tansiyonu yükselmeyecekti.

“Kendisini Erdoğan düşmanlığıyla zehirlemiş bir gazeteci bunu yapabilir ama Demirtaş’ın bunu tekrarlaması absürttür.”

Erdoğan düşmanlığı dediğiniz her mevzu, her eleştiri, esasında sizin sorgusuz sualsiz, kayıtsız şartsız "Erdoğan sadakatiniz"in ayna simetrisi. Erdoğan eleştirilerinize tahammül sınırınız, Erdoğan'ın tahammül sınırına endekslenmiş durumda: Yani 0 (sıfır).

Erdoğan düşmanlığı demişken, Levent Gültekin'in 10 üzerinden 10 puanlık "Tayyip Erdoğan düşmanlığı, öyle mi?"  yazısı burada duruyor. Üstüne llaf söylemek gereksiz.


Yazının bir yerinde Demirtaş'a gelmemek olmazdı. (Erdoğan nefreti üzerine yaptığınız bütün bilimsel analizleri, bir de Erdoğan yerine Demirtaş koyarak okuyun. Belki işe yarar bir şeyler bulursunuz.)


Varsayın ki, “Saray savaş istiyor.” Sorarlar o zaman “O istiyor diye siz de yapmak zorunda mısınız?”

Yani diyorsun ki, devlet ve Kürtler 1994’e dönsün, PKK 2014’e.

Olur.

Adına da stratejik serinlik deriz. 

Nasıl olsa ölen, bizim çocuklarımız değil.


NOT: İki aylık Asya bebeğin polis babasını öldürmek cinayettir.
Bir kadının ölü bedenini çırılçıplak sokağa atıp teşhir etmek, cinayet bile değildir!

“Gerisi boş laf.”



16 Ekim 2011 Pazar

Şehitler ölmez. Çünkü zaten ölüdürler!


EN YÜCE MATBU MERTEBE
Türk Silahlı Kuvvetlerinin web sitesinde, matbu şehit beratı. Adınız, ölüm tarihiniz ve fotoğrafınız konduğunda, artık siz de adınıza özel kutsal bir mertebeye ulaşmış olacaksınız. Ama bundan sizin haberiniz bile olmayacak. 
Evet, şehitler ölmez, çünkü zaten ölüdürler.

Yaşarken olduğu gibi öldüklerinde de istatistik olurlar. Ama yaşayan istatistiklere göre daha şanslıdırlar.

Yaşayanlar sayıdan ibarettir. Şehitler ise bir kelebek ömrü kadar da olsa, sayıyla değil, kendi adlarıyla anılırlar. Bir kürsü konuşması üzerine bir cenaze namazı süresince. Ve saatte 10 km hızla giden bir top arabasının üzerinde 200 metre boyunca... Biraz daha şanslıysa, bir günlük gazete haberinin ömrü kadar...

Kapısının önünden geçemeyecekleri adamlar gelir cenazelerine. Omuzları kalabalık paşalar, babaya sarılırlar. Oğulsuz bıraktıkları aileye 'onur' katarlar.

Ve başka çocuklar gözlerini kırpmadan ölüme koşabilsinler diye "şehit" derler o çocuklara…
Ve yüreği yanmış anaları, babaları, eşleri, çocukları isyan etmesinler; "bir evladım daha olsa, onu da veririm" desinler diye...

Oysa canları yanar ölürken o çocukların. Çok yanar. Ve "ateş" emri verenlerin ağzından çıkan bir nefeslik kelimeler kadar kolay çıkmaz o çocukların acıyan canları...

Keşke herkes sussa ve sadece, sadece o ölmüş yoksul çocuklarla onların anaları, yavukluları konuşsa. İçlerindeki bütün devletlerden ve komutanlardan kurtularak konuşsalar...

Konuşsalar ve anlatsalar bize “neden, ne için” öldüklerini…

Konuşabilseler ve onlar karar verebilseler keşke, savaşın gazete manşetlerindeki kadar kahramanca olup olmadığına.

Konuşabilseler ve sorsalar, neden yaşarken beş kuruşluk değerleri yoktur da, ölür ölmez kıymete biniverir hikâyeleri...

Konuşabilseler ve sorsalar, nasıl bir kıvılcım hızıyla unutuluverirler ve kendilerinden önceki ve sonraki şehitlerle birlikte birer istatistik olup donarlar, hiç yaşlanmayacak asker fotoğraflarıyla, bir mezar taşında...

Konuşabilseler ve kendileri karar verebilseler: Ölü bir kahraman mı olmak isterler, uğruna ölümün kutsandığı toprağın altında… Yoksa yaşayan bir fani mi, uğruna yaşanası toprağın üstünde...

Ha devrim şehidi olmuş, ha devlet şehidi...

Ölümle bu kadar sarmaş dolaş olduktan sonra, nasıl ve nerede soluk alacağız?

Ben, çıldırmış kalabalıklar ortasında sesleri bile duyulmayan gencecik çocukların cansız toprağa düştüğü bir ülkede yaşamak istemiyorum.

Ben, ölmenin bu kadar kolay ve yüce, yaşamanın bu kadar zor ve anlamsız olduğu bir ülke de istemiyorum.

İnsanların, dillerinin, adlarının, kimliklerinin, neliklerinin yasaklandığı ya da lütfedildiği bir ülke için mi öldürtüyoruz gencecik çocuklarımızı?

Kürtlerin eşit yurttaşlık taleplerinin karşılanmamasının ne yararı var, o şehitlere, onların analarına, babalarına, eşlerine, çocuklarına?

Bu savaşın, 30 yıllık klişelerle değil, cesur demokratik hamlelerle biteceğini görmek neden bu kadar zor?

Herkes kendini onurlu, itibarlı, sevgili, saygılı bir hayatın içinde bulsa, kim kimi ikna edebilir, katil ya da maktul olmaya?

Hepsi kendi yurttaşımız olan çocuklarımızı birbirine öldürterek mi yücelteceksiniz bu ülkeyi?
İnsanları kendi vergileriyle inşa ettiğimiz en büyük “adalet” saraylarında yargılayıp, kendi vergileriyle yaptırdığımız hapislerde çürüterek mi mutlu olacağız bu topraklarda?

Söylesenize, bu mu sizin uğruna çocuklarınızı öldürttüğünüz vatan?

En mide bulandırıcı savaş pornosuna dönüşen gazetelere bakın. O öldürülmüş çocukların acısından eser görüyor musunuz, o manşetleri atanların yüreğinde?
30 yıldır kaç kez atıldı o manşetler?

Yüz yıllık Kürt politikasıyla, otuz yılın klişeleri arasındaki paralellik sizin de sinirinize, yüreğinize, vicdanınıza dokunmuyor mu?

30 yıl daha aynı manşeti gözünü kırpmadan, eli titremeden atabilecek yayın yönetmenlerine soralım mı, “Kaç yıl daha aynı silahlı, aynı zehirli, aynı öldürücü dili kullanacaksınız?”

O gazetelerde, kalbiyle aklı birbirine küsmemiş insanlar varsa hâlâ, onlara sesleniyorum:

Henüz “son yolculuğuna” uğurlanacak “şehit” mertebesine ermemiş çocuklarımız var. Kimi okuyor, kimi çalışıyor, kimi bıyıkları terlememiş, başında kavak yelleri esiyor…

O klişe mersiyelerinizin içindeki fotoğraflar arasına onları katmayın.

Bu savaşın bitmesini samimiyetle istiyorsanız, bunu bize de gösterin.

Yok, eğer istemiyorsanız, o sahte kahramanlık destanlarınıza yoksul halk çocuklarının değil, kendi adlarınızı yazın!

4 Şubat 2011 Cuma

SENDİKALAR VE SANDUKALAR (*)

02 Şubat 2011 Çarşamba


Tunus ve Mısır’ı izliyoruz ibret ve hayranlıkla. Arada bir de dönüp kendimize bakıyoruz. Orada olmayı ne çok kişi istiyor bugünlerde…

Hâlbuki orası, burasıydı. Burası da orası olur mu, kim bilir?

Biraz gündemden ve Arap devriminin ateşinden uzaklaşıp, gene kendi sıkıcı dünyamızdan küçük bir hikâye paylaşayım sizlerle.

Sene 2004. NATO zirvesi İstanbul’da yapılacak. Bütün Türkiye, 2003’te bir soykırım gibi başlayan Irak işgalinden ötürü ABD’ye ve Başkanı Bush’a korkunç öfkeli... 'Gelme Bush' mitingleri düzenleniyor, Türkiye’nin her köşesinde.

Bu arada, İstanbul Radyoevinde çalışan TRT personeline bir haber geliyor: “Radyoevi, NATO Zirvesinin basın merkezi olarak kullanılacak. TRT personelinden de sadece görevli olanlar girebilecek binaya. Dolaplarınızı düzenleyin, güvenlik nedeniyle arama yapılacak!”

Binamıza el konacak, üstelik de silahlı NATO örgütünü bizim gibi azılı yayıncılardan korumak için dolaplarımız aranacak!

Biz ne yapsak diye düşünürken, polis, 8 TRT çalışanını karakola götürmek üzere binaya gelmiş. Dönemin Bölge Müdürü Orhan Ertanhan da “Ben görüştüm, güvenlik sorgulamalarında isim benzerliği filan varmış, bir gidip gelin” deyince, biz polislerle birlikte Harbiye Karakoluna gittik.

Orada çaylı kahveli misafirlik, birden “nezarethaneye buyur edilmeye” dönüştü. Düpedüz gözaltına alınıyorduk!

O 8 kişi içinde, iki kişi sendikalıydı: Ben KESK Haber-Sen İşyeri Temsilcisiydim, bir arkadaşımız da Türk Haber-Sen üyesi.

KESK Genel Sekreteri ve MYK üyeleri ile KESK Avukatı bir saat içinde karakola geldiler. Bütün basın örgütleri ayağa kalktı. Karakola ve amire telefonlar yağmaya başladı. Karakol Amirinin cep telefonunu duvarda parçaladığına şahit olduk. Birkaç saat sonra çoğumuz bırakıldık. En uzun kalan kişi, Türk Haber-Sen üyesi arkadaşımızdı. KESK’in avukatı gece geç saatlere kadar o arkadaşımızın sorunuyla da ilgilendi. Bizim için hangi sendikaya üye olduğu değil, uğradığı haksızlıktı çünkü önemli olan.

Türk Haber-Sen ise ortada yoktu...

İki gün sonra TRT önünde bir basın açıklaması yaparak olayı protesto ettik.

Türk Haber-Sen yine yoktu.

Ardından binamızın NATO karargâhına dönüştürülmesi ve dolaplarımızın aranmasına karşı, çalışanlar ve üyelerimizle acil bir toplantı düzenledik.

Türk Haber-Sen o toplantıda da yoktu.

Toplantıdan, çok yaratıcı bir eylem kararı çıktı. Ancak toplantıdan 20 dakika sonra bana da “acil” ve “30 gün süreli” bir Erzurum görevi çıktı. Görev emrinin altında Haber Dairesi Başkanı Tuğrul Utku’nun imzası vardı. Görev öyle acildi ki, 16.50’de tebliğ edilen görev emrinde, ertesi sabah 08.30’da Erzurum’da olmam isteniyordu. Ama bu nasıl bir aciliyet ise, kurumun bana uygun gördüğü yol aracı uçak değil, otobüstü.

Açıkça sürülmüştüm. Hem gözaltı, hem basın açıklaması, hem dolaplarımızın aranmasına karşı gösterdiğimiz “örgütlü” tepki, Kurum yönetimini rahatsız etmişti. Ve NATO zirvesi boyunca “ortalıkta” olmam sakıncalı görülmüştü.

Bunun üzerine Sendikamın Genel Merkez Yöneticileri Ankara’da Haber Dairesi Başkanı Tuğrul Utku ile görüşmek üzere TRT Genel Müdürlüğüne gittiler. Fakat Tuğrul Utku, Sendika yöneticileriyle görüşmek bir yana, “Odamı teröristler bastı” diyerek TRT binasına polis çağırdı.

Sendikal haklardan bihaber toy karakol polisleri de üç sendika yöneticisini yaka paça gözaltına almaya kalktı. Olay, sendikalar masasından gelen tecrübeli polisler ile avukatımızın araya girmesiyle çözüldü.

Ama o gün, TRT’de faşist bir baskının en ağır şekilde hissedilmeye başladığı kara bir gün olarak hafızalara yerleşti.

Günlerdir bunca olay olurken hiç sesi soluğu çıkmayan "yetkili sendika", birden bire ortaya çıkıvermişti: Türk Haber-Sen, TRT Genel Müdürlüğü önünde olayları protesto eden bir basın açıklaması yaptı.

O basın açıklamasında Türk Haber-Sen'in Genel Başkanı İsmail Karadavut kimi protesto etti biliyor musunuz?

Bir hafta önce, üyelerini gözaltına alanları, binamızı NATO’nun işgaline açanları, onursuz bir biçimde dolaplarımızın aranmasına göz yumanları, bir sendikanın iş yeri temsilcisini sürerek sendikal mücadeleyi baltalamaya çalışanları, sendika yöneticilerini yaka paça kendi iş yerlerinden attırmaya çalışanları mı?

Hayır…

Türk Haber-Sen Genel Başkanı İsmail Karadavut, kendi sahip çıkmadıkları üyelerini karakolda yalnız bırakmayan…
NATO’nun binamızı işgal etmesine karşı çıkan…
Dolaplarımızın aranması gibi onur kırıcı bir davranışa karşı toplantı düzenleyen, eyleme kalkışan…
İş Yeri Temsilcisi hukuksuz ve ahlâksız bir biçimde sürülen…
Bu sürgüne karşı TRT Haber Dairesi Başkanı ile görüşmeye giden ama kendilerine terörist muamelesi yapılan Sendikayı, KESK Haber-Sen’i protesto etti!

İşte Türkiye’den hazin bir sendika öyküsü…

Şimdi, TRT çalışanları ve TRT’nin “Yetkili” sendikası başka bir sınavla karşı karşıya:

Geçen ay 30’un üzerinde TRT çalışanı sürüldü. İçlerinde TRT’nin el üstünde tutması gereken, uluslararası başarılara imza atmış deneyimli kameramanları vardı.
İçlerinde, Türkiye’ye televizyon yayıncılığını öğretmiş, ömrünü bu kurumda çalışarak ve üreterek geçirmiş ve emekliliğine birkaç ay kalmış kıdemli emektarlar vardı.
İçlerinde TRT adına savaş bölgelerinde, doğal afetlerde, toplumsal olaylarda görev yapmış, canlı yayın ve haberleriyle TRT’yi başarıyla temsil etmiş muhabirler vardı…

Kimi bizim sendikamızın üyesiydi, kimi Türk Haber-Sen’in… Bazılarınınsa hiçbir sendikayla ilgisi yoktu. Ama bir gün ellerine tutuşturulan tayin emriyle, hayatları alt üst oldu.

Ankara, İstanbul ve İzmir’de, eş zamanlı, büyük protestolar yaptık. 'Sürgünleri durdurun!' dedik.

Yetkili sendikadan, tam da eylem yaptığımız gün zavallı bir açıklama geldi:

“Genel Müdürle görüştüm, tayinleri durdurdum…”

Derken, geçen hafta yeni bir sürgün haberi aldık:

KESK Haber-Sen Genel Merkez Yöneticisi Osman Köse, 20 yıldır görev yaptığı Ankara’dan Mersin’e “tayin edildi”!

20 yıldır sendikanın, sendikal dayanışmanın ne olması gerektiğini gösteren KESK’in bir üyesi olarak merak ve ibretle izliyorum: Türk Haber-Sen Genel Başkanı İsmail Karadavut’tan BU KEZ bir ses çıkacak mı?

Daha önemlisi: Şu ana kadar bu konuda tek ses çıkarmayan Türk Haber-Sen’e ve Genel Başkanına, kendi üyelerinden ve TRT çalışanlarından bir tepki gelecek mi?Tunus, Mısır, Yemen, Suriye tahlillerine ondan sonra bakarız…





(*) Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’ten:

sanduka Ar. ¹and°®a a. (sandu'ka) Mezarın üzerine yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık: “Sandukanın yeşil çuhasına başını dayadığında, sanki bir el saçlarını okşayıp teskin edecekti onu.” -A. Kulin.

sendika Fr. syndicat a. (sendi'ka) İşçilerin veya işverenlerin iş, kazanç, toplumsal ve kültürel konular bakımından çıkarlarını korumak ve daha da geliştirmek için aralarında kurdukları birlik: “Sendikaya kayıtlı olan işçiye grev destekçisi olmak sendika emriydi.” -L. Tekin.


20 Ekim 2009 Salı

Ceylan hepimize bakıyor


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı,

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür.



Yaklaşık 20 yıl önceydi. Bilge Karasu, bir dersinde bir ödev vermişti: Yalan söyleyecektik. 5 cümleyi geçmeyecektik. Genellikle zorlanırdık Bilge Hocanın ödevlerinde. Bu kez çok kolay gelmişti hepimize. Sonra anladık ki, yalan, karşıdakini inandırmak amacıyla söylenir. O nedenle, zekice kurgulanmalıdır. “Benim dedem ejderhaydı” bir yalan değil, bir palavradır. Yalanla palavra arasında koca bir uçurum vardır. O uçurumu aşabilecek tek köprü de zekâdır.
Çarpıcı bir Bilge Karasu dersi daha:


“Yalan, söyleyenin zekâsını ele verir. İçindeki zekâyı çıkardığınızda yalan, yalan olmaktan çıkar, palavraya dönüşür.”


***


13 Ekim’de Lice’deydik. Ceylan’ın parçalandığı olay yerinin 5 kilometre ötesindeki arama noktasından geçip, Ceylan’ın mezarının olduğu Bingöl Genç ilçesine bağlı Yayla köyüne gittik. Ceylan’ın mezarına fidan diktik. Başında yakılan ağıtlarla ağladık. Annesinin elini tuttuk, abisine sarıldık, dertleştik… Söylemekten çok, dinledik. Ezildik. Utandık. Suçlandık.


“Ceylana me, dılê me perçe perçe…” yazdık mezarının yanı başına bıraktığımız tahtaya. Ceylan mı parçalandı orada sadece? Benliklerimiz, ruhlarımız, vicdanlarımız, yüreklerimiz, ciğerlerimiz sağlam mı, Ceylan’ın o kahredici ölümünden sonra?’


Gittik. Eğer, oraya devlet gitseydi, belki biz gitmeyecektik. Olay yerine gitmeyen savcı hakkında vicdanları rahatlatacak tek bir söz edilse resmi ağızlardan, tek bir işlem başlatılsa, vicdanlarımız bizi böylesine kıvrandırmayacaktı, oraya gitmek için. Hepsini bir yana bırakalım… Başbakan, 8 saniyeye sığdırılabilecek, küçücük bir cümle kursa ve Ceylan’ın ailesine bir başsağlığı dileseydi, içimizin yangınına bir avuç su serpmiş olacaktı… Ama olmadı. Hiçbiri olmadı.


Kulaklarımızda annenin çığlığı, zihinlerimizde ağabeyin anlattıkları ve gözlerimizin önünde Ceylan’ın, devletine bakan gözleriyle çıktık yola. Yaklaştıkça arttı üzerimizdeki ağırlık.


Lale Mansur, Zeynep Tanbay, İlkay Akkaya,Yasemin Göksu, Ebru Şeremetli, Roni Margulies, Cengiz Algan, Yıldız Önen, ve basın mensuplarıyla birlikte bindiğimiz minibüs, Diyarbakır’dan Lice’ye giderken, gördüğümüz her köy yoluna, “kim bilir hangi beyaz Toros’ların izleri var buralarda” diyerek baktık.


İki saatlik yolda üç kontrol noktası gördük. Birinden araçtaki kameralar sayesinde sorgusuz geçtik. Sonuncuda yarım saate yakın bekletildik.


Yayla’nın yolu toprak. Kıvrıla kıvrıla çıktığımız, aşağıdan baktığımız tepelerden birinin ardında kalıyor. 40 hane olduğu söyleniyor ama baktığınızda beşten fazlasını bir arada göremiyorsunuz. Tıpkı Ceylan’ınki gibi kocaman gözler karşıladı bizi Yayla’da. Rüzgârın savurduğu toprak, geniş bir sessizlik, annenin yüzü ve ağabeyin anlattıkları kazındı Ceylan’ın fotoğrafının yanı başına.
Bilirkişi raporunu okumuştuk, haberlere yansıdığı kadarıyla. Ceylan’ın abisini, Rıfat’ı dinledik. Rıfat … patlamayı ilk duyan, Ceylan’ın yanına ilk koşan, kız kardeşinin üzerini gömleğiyle örten, saatlerce devlet oraya gelsin diye kuş gibi çırpınan abi... Anlattı olayı bütün çıplaklığıyla. Hesap soracağı yerde hesap sorulan, kızacağı yerde kızılan, azarlanan, küfredilen kişilerdi, Ceylanın abisi, babası, amcası: “Hepiniz teröristsiniz! S.. gidin!”, “Acınız olduğunu bilmesem biliyorum ben size yapacağımı!”, “Niye Ceylan’ın kanının olduğu topraktan daha fazla getirmediniz?”, “Etlerin takıldığı dallardan daha çok koparsaydınız ya!”…


Kahrolduk. İki hafta önce Ceylanlarını yitirmiş bu büyük yürekli insanlar, sırf oraya gittik diye, göz yaşlarımız birbirine karıştı diye bize teşekkürle, minnetle sarılınca, bir hançer gelip saplandı boğazımıza.


***


Ceylan’ın ölümünün üzerinden 20 gün geçti. Önümde iki gazete duruyor. Biri 10 Ekim tarihli. İçişleri Bakanı “Olayın dibine ineceğiz, demiş, iki kriminal raporu bekliyoruz”. Bekledikleri rapor açıklandı sonunda. Bugünkü gazete manşetten girmiş.


Bilirkişi raporuna bakıyorum ve Bilge Karasu’nun 20 yıl önceki dersini hatırlıyorum:
“Yalan, söyleyenin zekâsı kadardır. İçindeki zekâyı çıkardığınızda geriye palavra kalır.”





24 Eylül 2009 Perşembe

Siyasete can suyu: “Aranan kan bulunmuştur!”






Hayatın merhametli,
düzenin adaletli,
siyasetin demokratik olduğu bir ülke
hızla uzaklaşırken bizden ve
hayallerimizden…

Siyasete can suyu

“Aranan kan bulunmuştur!”

TRT radyolarından kan anonsları yapıldığı günlerde, başlıktaki anonsu duyana kadar içimiz rahat etmezdi.
Tanımadığımız birilerinin yaşam mücadelesi bizim meselemiz olurdu.
Ne yazık ki, insanların da devlete baka baka gitgide hoyratlaştığı, hoyratlık ne kelime, sokaklarda birbirini doğradığı bir ülke oluyoruz hızla.
Ve bu ülkede siyaset de, genel iklime gayet uygun şekilde, gitgide daha çok tıkanıyor. Hangisi sebep, hangisi sonuç, kestirmek zor...
Siyasetin bu kadar tıkandığı bir dönem, aslında o siyasete can suyu olabilecek yeni siyasal seçenekler için de en elverişli zaman olabilir.
İlkokuldan itibaren ezber edilmiş tüm klişeleri cesaretle yerle bir edecek ve bu ülkeye yepyeni bir siyaset kültürünü de beraberinde getirecek yeni bir siyasal parti, toplumda “aranan kan bulunmuştur” hissini yaratabilir.
Bugünlerde çalışmaları süren yeni girişim, geçmiş yenilgilerin makûs talihini tersine çevirebilir. Ancak bunun için öncelikle, kendine klişelerden kurtulmuş bir dil yaratmak zorunda.
İkincisi, iletişimin merkezine kendini ve kendi söylediği sözü değil, o sözün muhataplarını koymak zorunda. (Bu iki konuyu başka bir yazıya bırakalım.)
Üçüncüsü,
Bu parti tek bir vaatle çıkmalıdır toplumun karşısına.
Bu vaat, yoksulluğu ortadan kaldırmak, işsizliği çözmek değildir. Savaşları durdurmak ya da ırkçılığı sonsuza kadar yeryüzünden silmek; darbelerle hesaplaşıp vedalaşmak da değildir. Ya da eğitimi-sağlığı parasız yapmak, ekolojik yıkımı durdurmak, doğal yaşamı korumak vs. de değildir.
Bu vaat, aslında tek bir cümledir ve "cümle" kelimesinde de mündemiç olduğu üzere, aslında bunların tümünü (hatta fazlasını) içinde barındırır.
"Başka bir dünya"dan muradımız, bütün bir hayat tahayyülümüz bu cümlededir ve bu bizim alamet-i farikamızdır.
Bu parti, topluma, kaybettiği şeyi vaat edecek.
Siyasetin, yargının, polisin, askerin, bir bütün olarak sistemin kaybettiği (aslında hiçbir zaman sahip olmadığı) şeyi vaat edecek.
Önce Karadeniz sahilini yok edip, sonra 3. köprüye yer beğenen; vaktiyle dere yataklarına şehir kurulmasına göz yumup sonra hepimizin gözünün içine baka baka "doğa kendisinden çalınanı mutlaka alır" diyen başbakanların, belediye başkanlarının kaybettiği şeyi vaat edecek.
Darbecilikten ve çetecilikten yargılanan generalleri evlerine yollarken, Erol Zavar'ı, Güler Zere'yi ve nicelerini F tipi hücrelerde tutan adaletin yitirdiği şeyi vaat edecek.
Sefil 367 parodisini bütün topluma hukuk diye kakalayan yüksek yargının kaybettiği şeyi...
Beyaz toroslara bindirilip götürülen ve Abdülkadir Aygan konuşana kadar bir daha kendilerinden haber alınamayan insanların kemikleri topraktan fışkırırken; “Bunlar emperyalizmin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlar” deyip buzdan bir heykel gibi oturan solcuların kaybettiği şeyi…
Kazılan kuyulardan çıkan kemiklere “onlar hayvan kemiği” diye arkasını dönen; “onlar hayvan kemiğiyse, 17 bin 500 insanın kemiği nerde?” diye sormayan; “eğer 17.500 kişi kaybolmadıysa o analar 20 yıldır niye sokaklarda?” sorusuna cevap aramayan, “Türkiye’nin aydınlık yüzlü insanlarının” kaybettiği şeyi…
3 Kasım 1996’dan sonra, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” diyerek ışıklarını açıp kapatan ve dönemin Refah-Yol iktidarından Susurluk’u aydınlatmasını isteyen; ama ışıkları açmayı unuttuklarından herhalde, “AKP mi çözecek Ergenekon’u” deyip olan biteni çekirdek çitleyerek izleyen çağdaş arkadaşların kaybettiği şeyi…
Sendikalı işçiyi kapının önüne koyan patronun; işçiyi satan sendikacının; eline gelen manşetlik haberi yaz(a)mayan gazetecinin; başörtülü kızları üniversitenin kapısında aşağılayan rektörün; halkın karşısında o halkın seçtiği belediye başkanını konuşturmayan valinin; işçi kadınları yük arabasında taşıyan insan müsveddesinin yitirdiği şeyi vaat edecek.
Bu partinin Türkiye'ye vaat edeceği tek şey vardır:
Yeryüzünün sırtını döndüğü, unuttuğu, terk ettiği, hor görüp aşağılayarak gözden düşürdüğü bir şeyi yeniden hatırlamak, hatırlatmak, ona itibarını yeniden kazandırmak:
Evet, çok naif, çok safça ama bu, vicdandır, adalet duygusudur, yeni bir ahlâk anlayışıdır.
Vicdan, enternasyonal bir dildir
Bayraklara sarılı tabutları, cenazeleri, taziye çadırlarını, taş atan çocukları, Diyarbakır cezaevini, Esat Oktay Yıldıran adı yazılı anıtları, Orgeneral Mustafa Muğlalı kışlasını...
1 Mayıslardaki devlet terörünü, döve döve öldürdükleri Engin Çeber'i…
Devletin, sigortasız çalıştırılmasına göz yumduğu silikozis hastası kot kumlama işçisine hastanede senet imzalatmasını; kanser ilaçlarını devlet güvencesinden çıkartmasını...
Ormanlar cayır cayır yanarken yangın söndürme uçağı yerine füze alınmasını… 10 yılı kurtarma yalanıyla 10 bin yıllık tarihin suya gömülmesini…
Sokaklarda yatan insanları, çöp toplayan çocukları, yüzlercesini, binlercesini…
Anlamanın da, anlatmanın da en etkili dilidir vicdan. Anlıyorsa sizdendir. Anlamıyorsa zaten ideolojisinin (markasının) hiçbir hükmü yoktur.
Bu toplum, medyada, okulda, üniversite kapısında, devlet dairesinde, karakolda, mahkemede, mecliste, hastanede, cezaevinde, çarşıda, pazarda, kısacası bütün hayatta ikrah getirdiği adaletsizliğin, merhametsizliğin, vicdansızlığın, utanmazlığın karşısına dikilecek bir partiye gönlünü de kapılarını da açacaktır.
Silahlının karsısında silahsızı, malikin karsısında mülksüzü, ezenin karsısında ezileni, çoğunluğun karsısında azınlığı, bağıranın karsısında sessizi savunacağız.
Nevzat Çelik'in “İtirazın İki Şartı” şiirinde söylediği gibi, Türkiye'de Kürt olacağız, Kürtlerde Ermeni; gidip Almanya'da Türk olacağız, Amerika'da Kızılderili...
Ve bunu soğuk, akademik, teorik bir dille değil, yüreğimizden gelen sözle, hançeremizden gelen sesle anlatacağız.
En azından benim için bu partinin anlamı budur.
İnandırabilirsek buna karsımızdaki insanı, bize dönüp sormayacaktır, sağcı mısınız, solcu musunuz, diye.
Sonra koyarız adını istiyorsak.
Hatta yaparız son numaramızı, deriz ki...

"Sürpriz! Sevdalınız komünisttir!”



Yine güzel çizimi için, çok sevgili dostum Aydan Çelik'e teşekkür ediyorum.

25 Nisan 2009 Cumartesi

Makyajımız bir kez daha aktı…

23 Nisan’da bir yandan dünyada tek olduğu iddia edilen çocuk bayramını “kutladık”…

Bir yandan dünyanın gözleri önünde bir çocuğun, öldüresiye bir nefretle dipçik darbeleri altında perişan edilişini izledik.

Daha birkaç ay önce, İsrail’in vahşeti karşısında sokaklara akmıştık.

Her yer Filistin’di, hepimiz Filistinliydik.

Şimdi sadece vicdanlarımızla değil, dürüstlüğümüzle de yüzleştiğimiz andayız:

Filistinli çocuklar için döktüğümüz gözyaşları ne kadar hakiki ise o kadar insanız ancak.

Unutmayalım. Görelim. Bilelim: O dipçik hepimize.

O mahkemelerde hepimiz yargılanıyoruz.

Ve ne kadar başınızı çevirseniz de, o mahkemelerde hepimiz mahkûm ediliyoruz.

Ve biz artık bu mahkûmiyete isyan ediyoruz.

Mahkûm edilen her çocukla özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Dipçiklenen her çocukla kafa taslarımızda ve yüreklerimizde derin çatlaklar oluşuyor.

Sadece barış umutlarımızı değil, insanlığımızı da yitiriyoruz hızla.

Biz, çocuklar için adalet istiyoruz.

Biz, çocuklar için barış istiyoruz.

Biz, çocukların değil, bu vahşetin, bu utancın sorumlularının yargılanmasını istiyoruz.

 

Biz, Çocuklar İçin Adalet Girişimi olarak öfkemizi, kaygımızı kamuoyuyla paylaşıyor, yetkilileri uyarıyoruz.

 

 

ÇOCUKLAR İÇİN ADALET GİRİŞİMİ

22 Nisan 2009 Çarşamba

SEÇİM DERSLERİ: "Bu seçimden ders çıkarılmaz, diploma bile alınır!" (*)

1- 22 Temmuz genel seçimleri öncesinde doğrudan ya da dolaylı siyasete giren genç subaylar ile yaşlanmış generaller, bu kez “seçimlere katılmadı”. Ve 22 Temmuzda patlayan AKP oyları, itidalli bir normalleşme eğilimine gidi.

SONUÇ : Seçim gezisine çıkarken apolet ve postallarını evde bırakan CHP, AKP’ye verdiği belediyelerden (Antalya, Kartal, Maltepe, Sarıyer gibi) bazılarını geri aldı. İstanbul Büyükşehir, Beyoğlu gibi yerlerde, başa baş bir sonuç elde etti.

DERS : Sandıktan çıkmış iktidarlarla, sandıkta mücadele edilebilir. Başka yerlerden çıkan iktidarlarla mücadele edilemediğini epey tecrübe ettik.

2- Başbakan, gazetelerden, televizyonlardan, meydanlardan bağırdı durdu: “Kriz yok, teğet geçiyor, birileri korku siyaseti yapıyor!” Emek örgütleri de meydanlardan cevap verdi: “Ey Başbakan, krizin nereden geçtiğini merak ediyorsan, ya pazara gel, ya sandığa!”

SONUÇ : Özellikle emekçi nüfusun yoğun olduğu büyük kentlerde, Başbakan’ın değil, emekçilerin haklı olduğu anlaşıldı. İşçi, çiftçi, kamu çalışanı, anasını da alıp sandığa gitti.

DERS : AKP kendine çeki düzen vermezse, (muhalefet de kendine çeki düzen verirse) bu kriz çok kişilerin başını yer.

3- AKP, TRT Şeş’i yayın hayatına kazandırdı. Başbakan Recep T. Erdoğan TRT 6’nın açılışında Kürtçe “Hayırlı olsun” dedi ama Meclis grubunda Kürtçe konuşan Ahmet Türk’e veryansın etti. Yani “Kürtçe konuşulacaksa, onu da biz konuşuruz” demiş oldu. 12-13 yaşında çocuklar, ellerindeki “taş izlerine” bakılarak hapse atıldılar. Yaşlarının iki katı hapis cezası isteniyor haklarında.

SONUÇ : DTP Bölge belediyelerini silip süpürdü.

DERS : Siyasette, karşınızdaki insanları en az kendiniz kadar ciddiye alacaksınız. Yoksa onlar da sizi ciddiye almaz. Üstelik daha akıllı olduğunuz yanılsamasına kapılırsanız, aradaki farkı da sizden çıkarırlar.

4- AKP’nin Kürt sorunu ile ilgili açılımlarının oya dönüşeceğini düşünenler yanıldı. Kürtler, özellikle bölgede tercihlerini ezici bir biçimde DTP’den yana kullandılar. Kürtler, Kürt siyasi hareketi olmasa, AKP’nin de, başka hiçbir partinin de kendilerine bu ölçüde teveccüh göstermeyeceğinin gayet farkındalar.

SONUÇ : DTP, AKP’ye ödünç verdiği oyları geri aldı.

DERS : Bu saatten sonra Kürt enstitüsü de kursanız DTP’ye yazar, TRT Şeş’i kapatsanız da!

5- Şanlıurfa’da AKP mevcut başkanını yerel taleplere rağmen aday göstermedi. “Ceketi koysak kazanırız” diyerek pek fena üst perdeden konuştu.

SONUÇ : Seçime bağımsız giren Eşref Fakıbaba yüzde 44 ile kazandı.

DERS : Büyük lokma yemeli, büyük laf etmemeli. Ortaya aday diye bir ceket koyuyorsan, içine birini koymayı unutmamalı.

6- Hopa’da ÖDP’li Belediye Başkanı Yılmaz Topaloğlu, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın milletvekili olmasına destek verdiği için, bazı ÖDP’liler tarafından aforoz edildi. Genel Başkanlarının milletvekili olmasına çok sinirlenen bazı ÖDP’liler, önce onu Genel Başkanlıktan indirdiler, sonra da önseçimde Belediye Başkanlarını silkeleyip yeniden aday göstermediler.

SONUÇ : Bağımsız aday Yılmaz Topaloğlu seçimi, ÖDP ise galiba daha fazlasını kaybetti. Birbirleri varken düşmana ihtiyaç duymayan solcularımız, başka bir dünya gibi, başka bir seçimin de, başka bir siyasetin de mümkün(!) olabildiğini yeniden tüm Türkiye’ye gösterdiler.

DERS : “Solcular” olmasa sol ne seçimler kazanır bu ülkede!

7- Sol, Türkiye’nin dört bir yanında platformlar kurarak yerel seçimlere var gücüyle asıldı. Kimi yerlerde bağımsız adaylar çıkararak, kimi yerlerde bir parti altında, Türkiye’ye dair iddiasını ortaya koydu.

SONUÇ : Çamlıhemşin, AKP’nin Rize’de kaybettiği tek belediye oldu. Seçime bağımsız giren sosyalist aday İdris Melek, yüzde 46 oyla seçimi kazandı. ÖDP, Hatay Samandağ’da Mithat Nehir, Aknehir beldesinde Mehmet Mübarek, Malatya Ağılbaşı (Engüzek) beldesinde Cengizhan Kılıç ve Kırıkkale Hasandede Beldesinde Malik Ejder Çoşkun ile seçimleri kazandı. Tunceli Mazgirt’te Tekin Türkel, Hozat’ta Cevdet Konak, Pertek'te Kenan Çetin, Nazımiye’de Cafer Kırmızıçiçek, solun ortak adayı olarak girdikleri seçimlerden başarıyla çıktı.

DERS : Umutlanmak için daima bir nedenimiz vardır. Ama o nedeni bile kendimiz yaratırız emeğimizle.

8- Her hamlesinde başka bir parlak zekâ örneği sergileyen TKP, 22 Temmuz seçimlerine “Sürüden ayrılma zamanı” sloganıyla girip, her 10.000 kişiden 22’sini sürüden ayırmayı başarmıştı. Masraftan kaçmayıp, her yeri lağım pompası afişleriyle donatıp “AKP’yi istemiyoruz” mitingleri düzenleyen TKP, bu seçimlerde on binde 18’e geriledi. Kafasına çuval geçirilmiş Türk askeri figürlü el ilanlarını görünce, 22 kişiden 4’ü “aslı varken taklidine oy vermem” deyip İşçi Partisine transfer olmuş olabilir. O zaman hemen bir de İşçi Partisine bakalım: İşçi Partisi’nin, 2007’deki on binde 36’lık oy oranı, bu seçimlerde on binde 26’ya düştü.

SONUÇ : Bu milliyetçi yurtsever histeri, histeriklerin değil, MHP’nin oylarını artırdı.

DERS : “Oh, dünya Türk olsun, her Türk asker doğar, bayrakları bayrak yapan kandır, Türk askerinin başına çuval geçirtenler satılmıştır, kalpaklı süvarim benim, sarışın kurdum, kısrak başım… Hem milliyetçiyim, hem solcuyum” diye siyaset yaparsanız, vatandaş “helal olsun” der, ama aslı varken size gelmez. Çok şükür memlekette milliyetçinin de taklidine ihtiyaç yok, solcunun da.(Ataları yabana atmayalım. Sürüden ayrılanı kurt kapma ihtimali vardır. “Peki, ya kurt sürüsünden ayrılanı kim kapar” diye bir soru sormakta da yarar var.)

9- Bağımsız adayların seçim çalışmalarında gördük ki, halkımız isteklerine değil, nefretlerine; hayallerine değil, korkularına göre oy kullanıyor. “Ah, ben de çok isterim tam da sizin gibi, böyle eşitlikçi, adaletli, barışçı, yeşil, demokrat bir adaya oy vereyim. Ama oylar bölünür be canım!”

SONUÇ : Oylar bölündüğünde, sevmediğiniz bir parti tarafından yönetilirsiniz. Oylar bölünmediğinde ise sevmediğiniz öteki parti tarafından yönetilirsiniz. İkisi arasında fark vardır: Birinde, istediğiniz kişiyi desteklersiniz. Ötekinde ise, daha az nefret ettiğiniz kişiyi!

DERS : Kendi seçtiğim yanlış, başkasının dayattığı doğrudan iyidir.

10- Sol duyarlıkları da olan orta sınıf Türkiye seçmeni, her seçime, son seçimmiş gibi bakıyor. İki seçim sonrasına hiçbir hazırlığı, çabası olmadığı için de, her seçimde sadece ertesi günü düşünüyor. Hayatın içinde örgütlü bir siyasi mücadele yürütmediği için, başka partiler karşısında güçsüz ve güvensiz hissediyor kendini. Seçim yaklaştıkça da telaşa kapılıyor.Seçim bitiyor, bahar geliyor, yaz geçiyor, hop bir bakmışsınız, başka bir seçim gelmiş.

SONUÇ : Siyaset sahnesini locadan seyredince, Muppet Show’un ihtiyarları gibi sürekli konuşuruz. Üstelik onlar kadar sevimli de olmayabiliriz. Birileri de bizi yönetir durur.

DERS : 2011 Genel Seçimlerine 2 yıl var. 2014 yerel seçimlerine 5 yıl. 2015 Genel Seçimlerine 6, 2019 Yerel ve Genel Seçimlerine de tam 10 yılımız var. Her birine, 6 ay kala hazırlanmaya başladığımızda, hepsini kaybedeceğimiz kesin. Ama ilk ikisini pas geçip, sonuncusuna hazırlanmaya başlasak, gözden çıkardıklarımızı bile kazanma şansımız var.

Ben yarın başlıyorum.


(*) 1 Nisan 2009 tarihli Radikal'de yayınlandı

(**) Güzel çizimi için çok sevgili dostum Aydan Çelik'e teşekkür ediyorum.



...

Daha da giymem!


Google’da “Sesimiz Nefesiniz” diye bir arama yaptım, karşıma 5950 sonuç çıktı. Kot Kumlama İşçileriyle dayanışma konserinin adıydı “Sesimiz Nefesiniz”. Abdülhalim Demir ile Mehmet Bekir Başak başta, bütün komitenin hayaliydi bu konser.

Cahit Berkay, Arif Sağ, Mustafa Erdoğan, Anadolu Ateşi, Kardeş Türküler, Mor ve Ötesi, Zeynep Tanbay, Şebnem Sönmez, İclal Aydın, Yasemin Göksu… Aynı gecede, aynı sahneye çıkacaklar… Aynı yöne dönüp, yüksek sesle aynı şeyi söyleyecekler:

“Kot işçilerinin haklı mücadelesini destekliyoruz” diyecekler. Bu çağda, bu utanca ortak olmak istemiyoruz” diyecekler.
“Kumlama yöntemiyle kot beyazlatma yasaklansın”, “Bu işte çalışıp silikozis hastalığına yakalananların tedavilerini devlet üstlensin” diyecekler!
“İşçileri ölümcül hastalığa mahkûm eden işverenler, işçilere, ölenlerin ailelerine tazminat ödesin”, “Bu insanlık suçuna göz yuman, izin veren yerel yönetimler ve kamu görevlileri dâhil tüm sorumlular cezalandırılsın!” “Artık kimse kayıtsız, sigortasız, güvencesiz çalıştırılmasın” diye bağıracaklar! “Taleplerimiz karşılanana kadar susmayacağız, durmayacağız!” diye de bitirecekler sözlerini!

Mümkün mü bu sesi Türkiye’nin duymaması? Mümkün mü, Cumhurbaşkanının, Başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bu sese kulak tıkaması?

Komiteye ilk katıldığımız günlerde, Kadıköy’de Yeşil Ev’de yaptığımız toplantıda kararlaştırmıştık: “Uzun vadeli bir kampanya tasarlamak ve bu kampanyayı da büyük bir etkinlikle başlatmak gerek. Sonra da sokakta, mecliste, ulaşabileceğimiz her yerde sürdürmek, çoğaltmak, genişletmek lazım kampanyayı.” Önümüze kâğıdı kalemi alıp neler yapabileceğimizi, kimlerden destek isteyebileceğimizi sıraladık. Bir proje olarak, kâğıt üzerinde hiç fena durmuyordu. Biraz tebessüm ederek baktık listeye. Komite üyesi Yasemin Göksu da bizim suratlarımıza baktı tebessümle. Sonradan anladık tebessümünün sebebini.

Ertesi gün sarılıp telefonuna gönlümüzden geçen isimleri tek tek aramış. Sanatçıların hiçbiri ikiletmediği gibi, bir de üzerine teşekkür edenler olmuş, “bizi de bu mücadeleye kattığınız için sağ olun”, demişler.

***

Salon bulamadığımız için, konser tarihini netleştirmek haftalar sürdü. Bir kez daha gördük ki, İstanbul gibi koca bir emekçi kentinde, kapılarını emekçilere açacak salon bulmak çok zor. Sonunda, Beşiktaş Belediyesi 11 Mart Çarşamba gecesi MKM’yi vermeyi kabul etti. Takvime baktık, 15 günümüz var. Afişlerin, biletlerin basımı, dağıtımı, satışı, çeşitli yerlerle imzalanacak sözleşmeler, salonla ilgili teknik ayrıntıların keşfi, ses sistemi, katılacak sanatçıların ses ve ışıkla ilgili teknik taleplerinin tespiti, basın duyurusu, radyo, televizyon, gazetelerle kurulacak bağlantılar ve aklınıza gelebilecek her şey için sadece 15 gün.

Üstelik hiçbirimiz profesyonel organizatör değiliz. İşlerimiz, mesai saatlerimiz filan var. Mecburen öğle aralarına, iş çıkışlarına, uyku öncelerine sıkıştırıyoruz işleri, toplantıları, koşturmaları. Geceleri uykularımız kaçıyor. İşçiler bu geceye umut bağlamış. Biz onlara mahcup olmaktan korkuyoruz, onlar hayal kırıklığına uğramaktan.

Böyle böyle bağlandı günler birbirine.

Ve gün gelip çattı: Uykularımızı kaçıran konser, bir suyun kendi yatağında akıp gidişi gibi geçti. En çok emeği geçenlere teşekkür etmeyi unutmak dışında, büyük bir hata yapmadan bitti gece. Basının, daha günler öncesinden başlayan ilgisi ve teveccühü konserden sonra da sürdü. Radyo ve televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde çok geniş yer aldı gece. Ve kot kumlama işçilerinin taleplerini, taksiciden pazar esnafına kadar bilmeyen, duymayan kalmadı.

Şimdi kampanyayı sokağa taşıma vakti. Türkiye Büyük Millet Meclisini harekete geçirmek zorundayız. Adalet Bakanlığını, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını, Sağlık Bakanlığını harekete geçirmek zorundayız.

Gecikmiş adalet, adalet midir?

Toplumun ilgisini çekmeyi başarabilen kampanyalarda bile temel bir sorun yaşanır hep ülkemizde: Bir olay, bir demeç, bir kaza, bir tartışma, bir anda her şeyi unutturuverir herkese. Ya da bir başka kampanya, daha “acil”, daha “trajik” bir konuyu getirip oturtur gündeme. İnsanların ilgisi başka bir yöne kayıverir. O anda gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir şey var işte:

Biz arkamızı döndüğümüzde, silikozis hastaları iyileşmiş olmayacak. Tıpkı biz onlara yüzümüzü dönene kadar çekip gidenlerin geri dönmeyeceği gibi…

Ama tasalanmayın. Türkiye’nin, döviz kurlarından hızlı değişen gündeminde bile bunu kimseye unutturmayacağız. Beyazlatılmış kotların bedelini, giyenler değil işçiler ödüyor; parayla değil, hayatlarıyla! Ciğerlerine kum bastığımız insanları bu ülkenin unutmasına izin vermeyeceğiz.

O nedenle şimdi bir kez daha hatırlama zamanı:

- Silikozis hastalarının geriye dönük sosyal güvencelerinin verilmesi gerekiyor. Bu işçileri çalıştıran taşeronların ve onlara iş yaptıran büyük firmaların tazminata mahkûm edilmeleri gerekiyor.

- Sorumlu kamu görevlileri hakkında dava açılabilmesi için Hükümetin soruşturma izni vermesi gerekiyor.

- Kamuoyu vicdanında mutlak biçimde haklı ve mağdur olan bu işçiler, haklı olduklarını kanıtlayabilmek için dava açmak zorundalar. Yani, görevini yapmayan devletin eksiklerini kapatmak, bu eksiklerin bedelini hayatıyla ödeyen insanlara düşüyor. Ne var ki, bu insanların mahkeme harcı yatıracak paraları bile yok.

- Adalet Bakanlığı, “adli müzaheret” kararı alarak bu davaları harçtan muaf tutabilir. Dava süreçleri hızlandırılabilir.Unutmayalım ki, seslerini duyurmaya çalışan bu insanlar, bir yandan günden güne ilerleyen ve onları soluksuz bırakan hastalıklarıyla boğuşuyorlar… Bir yandan mahkeme kapılarında “adalet” arıyorlar… “Artık” çalışamadıkları için, okullarını terk etmek zorunda kalan çocukları ayakta tutuyor ailelerini… Kâh kâğıt toplayarak… Kâh yine kot kumlayarak!

Bu kadarı fazla değil mi? Ya adalet için bir şeyler yapacağız ya da kot işçileri ömürlerinden daha uzun sürecek bir hukuk mücadelesiyle karşı karşıya kalacaklar.

Daha başındayız.

Bunu her yerde anlatmak zorundayız.

Vicdanlarımızdaki çığlığı susturmak için değil, birleştirip büyütmek için.

Siz de içinizden yükselen sesi bastırmakta zorlanıyorsanız, serbest bırakın. Gelin, birlikte büyütelim bu çığlığı. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesinin, sizin desteğinize ihtiyacı var.

http://www.kotkumlama.org/ e-mail: info@kotiscileri.org


22 Mart 2009 Tarihli Radikal İki'de yayınlandı.



...