16 Ekim 2011 Pazar

Şehitler ölmez. Çünkü zaten ölüdürler!


EN YÜCE MATBU MERTEBE
Türk Silahlı Kuvvetlerinin web sitesinde, matbu şehit beratı. Adınız, ölüm tarihiniz ve fotoğrafınız konduğunda, artık siz de adınıza özel kutsal bir mertebeye ulaşmış olacaksınız. Ama bundan sizin haberiniz bile olmayacak. 
Evet, şehitler ölmez, çünkü zaten ölüdürler.

Yaşarken olduğu gibi öldüklerinde de istatistik olurlar. Ama yaşayan istatistiklere göre daha şanslıdırlar.

Yaşayanlar sayıdan ibarettir. Şehitler ise bir kelebek ömrü kadar da olsa, sayıyla değil, kendi adlarıyla anılırlar. Bir kürsü konuşması üzerine bir cenaze namazı süresince. Ve saatte 10 km hızla giden bir top arabasının üzerinde 200 metre boyunca... Biraz daha şanslıysa, bir günlük gazete haberinin ömrü kadar...

Kapısının önünden geçemeyecekleri adamlar gelir cenazelerine. Omuzları kalabalık paşalar, babaya sarılırlar. Oğulsuz bıraktıkları aileye 'onur' katarlar.

Ve başka çocuklar gözlerini kırpmadan ölüme koşabilsinler diye "şehit" derler o çocuklara…
Ve yüreği yanmış anaları, babaları, eşleri, çocukları isyan etmesinler; "bir evladım daha olsa, onu da veririm" desinler diye...

Oysa canları yanar ölürken o çocukların. Çok yanar. Ve "ateş" emri verenlerin ağzından çıkan bir nefeslik kelimeler kadar kolay çıkmaz o çocukların acıyan canları...

Keşke herkes sussa ve sadece, sadece o ölmüş yoksul çocuklarla onların anaları, yavukluları konuşsa. İçlerindeki bütün devletlerden ve komutanlardan kurtularak konuşsalar...

Konuşsalar ve anlatsalar bize “neden, ne için” öldüklerini…

Konuşabilseler ve onlar karar verebilseler keşke, savaşın gazete manşetlerindeki kadar kahramanca olup olmadığına.

Konuşabilseler ve sorsalar, neden yaşarken beş kuruşluk değerleri yoktur da, ölür ölmez kıymete biniverir hikâyeleri...

Konuşabilseler ve sorsalar, nasıl bir kıvılcım hızıyla unutuluverirler ve kendilerinden önceki ve sonraki şehitlerle birlikte birer istatistik olup donarlar, hiç yaşlanmayacak asker fotoğraflarıyla, bir mezar taşında...

Konuşabilseler ve kendileri karar verebilseler: Ölü bir kahraman mı olmak isterler, uğruna ölümün kutsandığı toprağın altında… Yoksa yaşayan bir fani mi, uğruna yaşanası toprağın üstünde...

Ha devrim şehidi olmuş, ha devlet şehidi...

Ölümle bu kadar sarmaş dolaş olduktan sonra, nasıl ve nerede soluk alacağız?

Ben, çıldırmış kalabalıklar ortasında sesleri bile duyulmayan gencecik çocukların cansız toprağa düştüğü bir ülkede yaşamak istemiyorum.

Ben, ölmenin bu kadar kolay ve yüce, yaşamanın bu kadar zor ve anlamsız olduğu bir ülke de istemiyorum.

İnsanların, dillerinin, adlarının, kimliklerinin, neliklerinin yasaklandığı ya da lütfedildiği bir ülke için mi öldürtüyoruz gencecik çocuklarımızı?

Kürtlerin eşit yurttaşlık taleplerinin karşılanmamasının ne yararı var, o şehitlere, onların analarına, babalarına, eşlerine, çocuklarına?

Bu savaşın, 30 yıllık klişelerle değil, cesur demokratik hamlelerle biteceğini görmek neden bu kadar zor?

Herkes kendini onurlu, itibarlı, sevgili, saygılı bir hayatın içinde bulsa, kim kimi ikna edebilir, katil ya da maktul olmaya?

Hepsi kendi yurttaşımız olan çocuklarımızı birbirine öldürterek mi yücelteceksiniz bu ülkeyi?
İnsanları kendi vergileriyle inşa ettiğimiz en büyük “adalet” saraylarında yargılayıp, kendi vergileriyle yaptırdığımız hapislerde çürüterek mi mutlu olacağız bu topraklarda?

Söylesenize, bu mu sizin uğruna çocuklarınızı öldürttüğünüz vatan?

En mide bulandırıcı savaş pornosuna dönüşen gazetelere bakın. O öldürülmüş çocukların acısından eser görüyor musunuz, o manşetleri atanların yüreğinde?
30 yıldır kaç kez atıldı o manşetler?

Yüz yıllık Kürt politikasıyla, otuz yılın klişeleri arasındaki paralellik sizin de sinirinize, yüreğinize, vicdanınıza dokunmuyor mu?

30 yıl daha aynı manşeti gözünü kırpmadan, eli titremeden atabilecek yayın yönetmenlerine soralım mı, “Kaç yıl daha aynı silahlı, aynı zehirli, aynı öldürücü dili kullanacaksınız?”

O gazetelerde, kalbiyle aklı birbirine küsmemiş insanlar varsa hâlâ, onlara sesleniyorum:

Henüz “son yolculuğuna” uğurlanacak “şehit” mertebesine ermemiş çocuklarımız var. Kimi okuyor, kimi çalışıyor, kimi bıyıkları terlememiş, başında kavak yelleri esiyor…

O klişe mersiyelerinizin içindeki fotoğraflar arasına onları katmayın.

Bu savaşın bitmesini samimiyetle istiyorsanız, bunu bize de gösterin.

Yok, eğer istemiyorsanız, o sahte kahramanlık destanlarınıza yoksul halk çocuklarının değil, kendi adlarınızı yazın!

4 Şubat 2011 Cuma

SENDİKALAR VE SANDUKALAR (*)

02 Şubat 2011 Çarşamba


Tunus ve Mısır’ı izliyoruz ibret ve hayranlıkla. Arada bir de dönüp kendimize bakıyoruz. Orada olmayı ne çok kişi istiyor bugünlerde…

Hâlbuki orası, burasıydı. Burası da orası olur mu, kim bilir?

Biraz gündemden ve Arap devriminin ateşinden uzaklaşıp, gene kendi sıkıcı dünyamızdan küçük bir hikâye paylaşayım sizlerle.

Sene 2004. NATO zirvesi İstanbul’da yapılacak. Bütün Türkiye, 2003’te bir soykırım gibi başlayan Irak işgalinden ötürü ABD’ye ve Başkanı Bush’a korkunç öfkeli... 'Gelme Bush' mitingleri düzenleniyor, Türkiye’nin her köşesinde.

Bu arada, İstanbul Radyoevinde çalışan TRT personeline bir haber geliyor: “Radyoevi, NATO Zirvesinin basın merkezi olarak kullanılacak. TRT personelinden de sadece görevli olanlar girebilecek binaya. Dolaplarınızı düzenleyin, güvenlik nedeniyle arama yapılacak!”

Binamıza el konacak, üstelik de silahlı NATO örgütünü bizim gibi azılı yayıncılardan korumak için dolaplarımız aranacak!

Biz ne yapsak diye düşünürken, polis, 8 TRT çalışanını karakola götürmek üzere binaya gelmiş. Dönemin Bölge Müdürü Orhan Ertanhan da “Ben görüştüm, güvenlik sorgulamalarında isim benzerliği filan varmış, bir gidip gelin” deyince, biz polislerle birlikte Harbiye Karakoluna gittik.

Orada çaylı kahveli misafirlik, birden “nezarethaneye buyur edilmeye” dönüştü. Düpedüz gözaltına alınıyorduk!

O 8 kişi içinde, iki kişi sendikalıydı: Ben KESK Haber-Sen İşyeri Temsilcisiydim, bir arkadaşımız da Türk Haber-Sen üyesi.

KESK Genel Sekreteri ve MYK üyeleri ile KESK Avukatı bir saat içinde karakola geldiler. Bütün basın örgütleri ayağa kalktı. Karakola ve amire telefonlar yağmaya başladı. Karakol Amirinin cep telefonunu duvarda parçaladığına şahit olduk. Birkaç saat sonra çoğumuz bırakıldık. En uzun kalan kişi, Türk Haber-Sen üyesi arkadaşımızdı. KESK’in avukatı gece geç saatlere kadar o arkadaşımızın sorunuyla da ilgilendi. Bizim için hangi sendikaya üye olduğu değil, uğradığı haksızlıktı çünkü önemli olan.

Türk Haber-Sen ise ortada yoktu...

İki gün sonra TRT önünde bir basın açıklaması yaparak olayı protesto ettik.

Türk Haber-Sen yine yoktu.

Ardından binamızın NATO karargâhına dönüştürülmesi ve dolaplarımızın aranmasına karşı, çalışanlar ve üyelerimizle acil bir toplantı düzenledik.

Türk Haber-Sen o toplantıda da yoktu.

Toplantıdan, çok yaratıcı bir eylem kararı çıktı. Ancak toplantıdan 20 dakika sonra bana da “acil” ve “30 gün süreli” bir Erzurum görevi çıktı. Görev emrinin altında Haber Dairesi Başkanı Tuğrul Utku’nun imzası vardı. Görev öyle acildi ki, 16.50’de tebliğ edilen görev emrinde, ertesi sabah 08.30’da Erzurum’da olmam isteniyordu. Ama bu nasıl bir aciliyet ise, kurumun bana uygun gördüğü yol aracı uçak değil, otobüstü.

Açıkça sürülmüştüm. Hem gözaltı, hem basın açıklaması, hem dolaplarımızın aranmasına karşı gösterdiğimiz “örgütlü” tepki, Kurum yönetimini rahatsız etmişti. Ve NATO zirvesi boyunca “ortalıkta” olmam sakıncalı görülmüştü.

Bunun üzerine Sendikamın Genel Merkez Yöneticileri Ankara’da Haber Dairesi Başkanı Tuğrul Utku ile görüşmek üzere TRT Genel Müdürlüğüne gittiler. Fakat Tuğrul Utku, Sendika yöneticileriyle görüşmek bir yana, “Odamı teröristler bastı” diyerek TRT binasına polis çağırdı.

Sendikal haklardan bihaber toy karakol polisleri de üç sendika yöneticisini yaka paça gözaltına almaya kalktı. Olay, sendikalar masasından gelen tecrübeli polisler ile avukatımızın araya girmesiyle çözüldü.

Ama o gün, TRT’de faşist bir baskının en ağır şekilde hissedilmeye başladığı kara bir gün olarak hafızalara yerleşti.

Günlerdir bunca olay olurken hiç sesi soluğu çıkmayan "yetkili sendika", birden bire ortaya çıkıvermişti: Türk Haber-Sen, TRT Genel Müdürlüğü önünde olayları protesto eden bir basın açıklaması yaptı.

O basın açıklamasında Türk Haber-Sen'in Genel Başkanı İsmail Karadavut kimi protesto etti biliyor musunuz?

Bir hafta önce, üyelerini gözaltına alanları, binamızı NATO’nun işgaline açanları, onursuz bir biçimde dolaplarımızın aranmasına göz yumanları, bir sendikanın iş yeri temsilcisini sürerek sendikal mücadeleyi baltalamaya çalışanları, sendika yöneticilerini yaka paça kendi iş yerlerinden attırmaya çalışanları mı?

Hayır…

Türk Haber-Sen Genel Başkanı İsmail Karadavut, kendi sahip çıkmadıkları üyelerini karakolda yalnız bırakmayan…
NATO’nun binamızı işgal etmesine karşı çıkan…
Dolaplarımızın aranması gibi onur kırıcı bir davranışa karşı toplantı düzenleyen, eyleme kalkışan…
İş Yeri Temsilcisi hukuksuz ve ahlâksız bir biçimde sürülen…
Bu sürgüne karşı TRT Haber Dairesi Başkanı ile görüşmeye giden ama kendilerine terörist muamelesi yapılan Sendikayı, KESK Haber-Sen’i protesto etti!

İşte Türkiye’den hazin bir sendika öyküsü…

Şimdi, TRT çalışanları ve TRT’nin “Yetkili” sendikası başka bir sınavla karşı karşıya:

Geçen ay 30’un üzerinde TRT çalışanı sürüldü. İçlerinde TRT’nin el üstünde tutması gereken, uluslararası başarılara imza atmış deneyimli kameramanları vardı.
İçlerinde, Türkiye’ye televizyon yayıncılığını öğretmiş, ömrünü bu kurumda çalışarak ve üreterek geçirmiş ve emekliliğine birkaç ay kalmış kıdemli emektarlar vardı.
İçlerinde TRT adına savaş bölgelerinde, doğal afetlerde, toplumsal olaylarda görev yapmış, canlı yayın ve haberleriyle TRT’yi başarıyla temsil etmiş muhabirler vardı…

Kimi bizim sendikamızın üyesiydi, kimi Türk Haber-Sen’in… Bazılarınınsa hiçbir sendikayla ilgisi yoktu. Ama bir gün ellerine tutuşturulan tayin emriyle, hayatları alt üst oldu.

Ankara, İstanbul ve İzmir’de, eş zamanlı, büyük protestolar yaptık. 'Sürgünleri durdurun!' dedik.

Yetkili sendikadan, tam da eylem yaptığımız gün zavallı bir açıklama geldi:

“Genel Müdürle görüştüm, tayinleri durdurdum…”

Derken, geçen hafta yeni bir sürgün haberi aldık:

KESK Haber-Sen Genel Merkez Yöneticisi Osman Köse, 20 yıldır görev yaptığı Ankara’dan Mersin’e “tayin edildi”!

20 yıldır sendikanın, sendikal dayanışmanın ne olması gerektiğini gösteren KESK’in bir üyesi olarak merak ve ibretle izliyorum: Türk Haber-Sen Genel Başkanı İsmail Karadavut’tan BU KEZ bir ses çıkacak mı?

Daha önemlisi: Şu ana kadar bu konuda tek ses çıkarmayan Türk Haber-Sen’e ve Genel Başkanına, kendi üyelerinden ve TRT çalışanlarından bir tepki gelecek mi?Tunus, Mısır, Yemen, Suriye tahlillerine ondan sonra bakarız…





(*) Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’ten:

sanduka Ar. ¹and°®a a. (sandu'ka) Mezarın üzerine yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık: “Sandukanın yeşil çuhasına başını dayadığında, sanki bir el saçlarını okşayıp teskin edecekti onu.” -A. Kulin.

sendika Fr. syndicat a. (sendi'ka) İşçilerin veya işverenlerin iş, kazanç, toplumsal ve kültürel konular bakımından çıkarlarını korumak ve daha da geliştirmek için aralarında kurdukları birlik: “Sendikaya kayıtlı olan işçiye grev destekçisi olmak sendika emriydi.” -L. Tekin.