Yaklaşık 20 yıl önceydi. Bilge Karasu, bir dersinde bir ödev vermişti: Yalan söyleyecektik. 5 cümleyi geçmeyecektik. Genellikle zorlanırdık Bilge Hocanın ödevlerinde. Bu kez çok kolay gelmişti hepimize. Sonra anladık ki, yalan, karşıdakini inandırmak amacıyla söylenir. O nedenle, zekice kurgulanmalıdır. “Benim dedem ejderhaydı” bir yalan değil, bir palavradır. Yalanla palavra arasında koca bir uçurum vardır. O uçurumu aşabilecek tek köprü de zekâdır.
Çarpıcı bir Bilge Karasu dersi daha:
“Yalan, söyleyenin zekâsını ele verir. İçindeki zekâyı çıkardığınızda yalan, yalan olmaktan çıkar, palavraya dönüşür.”
***
13 Ekim’de Lice’deydik. Ceylan’ın parçalandığı olay yerinin 5 kilometre ötesindeki arama noktasından geçip, Ceylan’ın mezarının olduğu Bingöl Genç ilçesine bağlı Yayla köyüne gittik. Ceylan’ın mezarına fidan diktik. Başında yakılan ağıtlarla ağladık. Annesinin elini tuttuk, abisine sarıldık, dertleştik… Söylemekten çok, dinledik. Ezildik. Utandık. Suçlandık.
“Ceylana me, dılê me perçe perçe…” yazdık mezarının yanı başına bıraktığımız tahtaya. Ceylan mı parçalandı orada sadece? Benliklerimiz, ruhlarımız, vicdanlarımız, yüreklerimiz, ciğerlerimiz sağlam mı, Ceylan’ın o kahredici ölümünden sonra?’
Gittik. Eğer, oraya devlet gitseydi, belki biz gitmeyecektik. Olay yerine gitmeyen savcı hakkında vicdanları rahatlatacak tek bir söz edilse resmi ağızlardan, tek bir işlem başlatılsa, vicdanlarımız bizi böylesine kıvrandırmayacaktı, oraya gitmek için. Hepsini bir yana bırakalım… Başbakan, 8 saniyeye sığdırılabilecek, küçücük bir cümle kursa ve Ceylan’ın ailesine bir başsağlığı dileseydi, içimizin yangınına bir avuç su serpmiş olacaktı… Ama olmadı. Hiçbiri olmadı.
Kulaklarımızda annenin çığlığı, zihinlerimizde ağabeyin anlattıkları ve gözlerimizin önünde Ceylan’ın, devletine bakan gözleriyle çıktık yola. Yaklaştıkça arttı üzerimizdeki ağırlık.
Lale Mansur, Zeynep Tanbay, İlkay Akkaya,Yasemin Göksu, Ebru Şeremetli, Roni Margulies, Cengiz Algan, Yıldız Önen, ve basın mensuplarıyla birlikte bindiğimiz minibüs, Diyarbakır’dan Lice’ye giderken, gördüğümüz her köy yoluna, “kim bilir hangi beyaz Toros’ların izleri var buralarda” diyerek baktık.
İki saatlik yolda üç kontrol noktası gördük. Birinden araçtaki kameralar sayesinde sorgusuz geçtik. Sonuncuda yarım saate yakın bekletildik.
Yayla’nın yolu toprak. Kıvrıla kıvrıla çıktığımız, aşağıdan baktığımız tepelerden birinin ardında kalıyor. 40 hane olduğu söyleniyor ama baktığınızda beşten fazlasını bir arada göremiyorsunuz. Tıpkı Ceylan’ınki gibi kocaman gözler karşıladı bizi Yayla’da. Rüzgârın savurduğu toprak, geniş bir sessizlik, annenin yüzü ve ağabeyin anlattıkları kazındı Ceylan’ın fotoğrafının yanı başına.
Bilirkişi raporunu okumuştuk, haberlere yansıdığı kadarıyla. Ceylan’ın abisini, Rıfat’ı dinledik. Rıfat … patlamayı ilk duyan, Ceylan’ın yanına ilk koşan, kız kardeşinin üzerini gömleğiyle örten, saatlerce devlet oraya gelsin diye kuş gibi çırpınan abi... Anlattı olayı bütün çıplaklığıyla. Hesap soracağı yerde hesap sorulan, kızacağı yerde kızılan, azarlanan, küfredilen kişilerdi, Ceylanın abisi, babası, amcası: “Hepiniz teröristsiniz! S.. gidin!”, “Acınız olduğunu bilmesem biliyorum ben size yapacağımı!”, “Niye Ceylan’ın kanının olduğu topraktan daha fazla getirmediniz?”, “Etlerin takıldığı dallardan daha çok koparsaydınız ya!”…
Kahrolduk. İki hafta önce Ceylanlarını yitirmiş bu büyük yürekli insanlar, sırf oraya gittik diye, göz yaşlarımız birbirine karıştı diye bize teşekkürle, minnetle sarılınca, bir hançer gelip saplandı boğazımıza.
***
Ceylan’ın ölümünün üzerinden 20 gün geçti. Önümde iki gazete duruyor. Biri 10 Ekim tarihli. İçişleri Bakanı “Olayın dibine ineceğiz, demiş, iki kriminal raporu bekliyoruz”. Bekledikleri rapor açıklandı sonunda. Bugünkü gazete manşetten girmiş.
Bilirkişi raporuna bakıyorum ve Bilge Karasu’nun 20 yıl önceki dersini hatırlıyorum:
“Yalan, söyleyenin zekâsı kadardır. İçindeki zekâyı çıkardığınızda geriye palavra kalır.”