14 Ocak 2002 Pazartesi

Darbesiz kuşaklarda da darp izi var

13/01/2002

MEHMET DEMİR (Arşivi)

90'lılar kimdi? Hayalleri nelerdi ve kim(ler) kırdı bu hayalleri? Sanem Soyarslan'ın Radikal İki'deki yazısını okuduktan sonra geriye kalan, bu soruların yanıtları değil, çok uzun süredir pek alışık, pek aşina olduğumuz kekre bir tat, hüzünlü bir iç geçirme, kısık sesli bir sayıklama ya da çok uzaklara değil, şöyle iki adım öteye bir dalıp gitme oldu.

Yazı hiçbir sorunun yanıtını vermediği için değil, sorduğu bütün soruların yanıtını bildiği için; bütün o yanıtları biz de bildiğimiz için. Yani, herkes her şeyin farkında olduğu için böyle. İnançsız bir "Allah'tan umut kesilmez" hali.

Sanem Soyarslan'ın sözleri, yazının sonundaki "peki biz 90'lılar dışarıdan nasıl görünüyoruz" sorusuna gerek kalmadan da kışkırtıcıydı yeterince. Bütün bir yazı boyunca, yaşama, insana, dünyaya dair bütün hayallerimizin enkaz altında kaldığı yıllarda, kendi kuşağımızı tanımlama, kendimizi anlatma, ama en önce de anlama çabalarımızı andım sık sık. "Biz de böyle demiştik", "yok, bizde böyle olmamıştı" türünden karşılaştırmalarla, iki kuşak (biz bir kuşak mıydık, bu sorunun yanıtını bulabilmiş miydik?) arasında gidip geldim.

80'lerin rengi yeşil

Belki çok toptancı bir ifade olacak ama, bizler, yani 12 Eylül ikliminde politik bir tutum takınmaya çabalayan gençler, 68'lilerinya da 78'lilerin yarattığı kuşak anlayışının tersine döndüğü bir dönemeçte sıkışıp kaldık. Çünkü biz, önceki kuşaklardan çok, kendi kuşağıyla çatışmak, mücadele etmek zorunda kalan, toplumuyla birlikte kuşağı içinde de yalnız ve ayrıksı kalan iyi huylu bir ur olarak yaşadık o dönemlerimizi. Belki de bu nedenle, bizim kuşağımız adına (80'liler mi demeli?) konuşabilecek insanlardan biri olmasam gerek.

Ancak, kuşağımızın bizi azınlıkta bırakan kesiminin de, hayata, dünyaya ya da kendine dair bir şeyler söyleme derdi hiç olmadı.

80'lerin tablosunda baskın renk, yeşildi. Önce askerî yeşil, ardından, ABD dolarının yeşili ve arasına karışmış İslamî yeşil. Toplum, hiç bu kadar esnek olmamıştı. Üzerinden bir tank geçtikten sonra formunu koruyabilmek, elastikiyet gerektiriyordu çünkü. O yüzdendir ki, bütün bir toplum lastik gibi esniyor, sünüyor, eziliyor, bırakınca eski haline geliyor, kırılmıyor, patlamıyor, çatlamıyordu. On yıldır bu terbiyeyle yetiştirilmiş gençler, yani bizim okul arkadaşlarımız, sıra arkadaşlarımız, Sanem'in sözünü ettiği "seçilme ve yerleştirilme" yarışının ilk galiplerini ve mağluplarını yetiştiren kuşağın üyeleriydi.

Yaşamanın, bir başkasının ölümüne bağlı olduğu en vahşi yarışın, yüreklerimizdeki ilk mikroplarını bulaştırdı bize bu rekabet. "Okuyabilmek için, dört kişiyi okulun dışında, yani kapıda, yani sokakta, kahvede, İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun önünde bırakmak zorundayım!"

Mağluplar daha çok olduğu halde, bu yarışta galip gelmekten sevinç duyanlar, neden birilerinin mağlup olmak zorunda kaldığını anlayamayanlardan daha çoktu. İlk başta derin bir oh çekerek sevindiğimiz ferdi kurtuluşların, zaman içinde ağır bir yüke, taşınması güç bir sorumluluğa dönüşmesi, bizim "aptallığımız"dı elbette. Paçasını ya da kravatının ucunu birilerinin eline vermekten, kalemini, diplomasını satmaktan utananların sayısı ise, kendi ülkesinde Amerikan Doları'nın yükselmesine sevinmekten utanmayanların sayısından çok daha azdı. Umutlarımızı yitirecek, inançlarımızla başbaşa uzun bir yalnızlığa yazgılı olduğumuzu öğrenecek kadar az.

Kılıklar kıyafetler, sokaklar, meydanlar, vitrinler, tabelalar, ekranlar, gazeteler, banknotlar, muteber paralar, konuşmalar, sohbetler, sözcükler, dostluklar değişiyor, bizim ideallerimiz değişmiyordu. Değişen modaları "in" "out" karşıtlığıyla anmak "in" olduğunda, bizler çoktan "out" olmuştuk. Yaşıtlarımız, kuşak arkadaşlarımız, içinde bulunduğumuz "aymaz"lığa üzülecek, kızacak, bozulacak kadar bile ilgili değillerdi bizlerle ve çevreleriyle. Onlar için kampüsleri dolduran jandarmalardı, tuttukları şeridin çizgileri. Düşük banketlerden, keskin dönemeçlerden, heyelan tehlikesinden korunmak ve kilitlendikleri hedefe sağ salim ulaşabilmek için en güvenilir kılavuzdu, devletin çizdiği sınırlar.

Biz ise, 70 yıllık binaların birer birer üzerimize yıkıldığı günlerde, öğrenci dernekleri, dergiler ve kantinlerde yaşadığımız yalnızlığı, yeni girişimlerin bol sigara dumanlı toplantılarında aşmaya çalışıyorduk.

Sanem'in kendi kuşağı için söyledikleri çok doğru ve yerinde: "Onların ruhunu büyük ölçüde şartlar belirledi, şartları değiştirmek için verdikleri mücadele ya da başkaldırı değil." Tıpkı bizler gibi!

Belki biz iyi huylu urlar, mücadele ve başkaldırı sözcüklerini cılız seslerle de olsa son telaffuz edenler olduk, uzun süredir.

Ben hâlâ kendimden umut kesmemek için, doğum yılıma bakıp 68'lilere bir selam yolluyorum. 90'lılara ise, müsaade ederseniz ben de aranızda olmak istiyorum, diyorum. Mücadelenin ve başkaldırının sözlüğümden çıkmasına izin vermiyorum. Bu sözcüklere şapka çıkaran her kuşağın üyesiyim.


13/01/2002 Tarihli Radikal İki'de yayınlandı.