4 Şubat 2002 Pazartesi

Romantik makyajı kazıyınız, altından insan çıkar (*)

03/02/2002

MEHMET DEMİR (Arşivi)

Feride Zülfü'ye sorarsanız (*), kadınların istekleri öyle mütevazı ve sade ki, bunları koca bir erkek ordusu içinde karşılayabilecekbir insana rastlanmaması ve bunca kadının"erkeklere kıran girdiğini" düşünmesi şaşılacak bir durum.

Nedir Feride Zülfü'nün iki taşın arasında sıralayıverdiği beklentiler? Bir kez daha dönelim geçen haftaya ve hatırlayıverelim:

"Sorsanız istedikleri çok şey değil; şöyle yüreğinin ışıltısı yüzüne vuran, Allah vergisi bedenini bir kompleksler yumağına dönüştürmeden taşımayı beceren, ne istediğiniya da neden hazzetmediğini bilen, kendi kapasitesini ve yeteneğini değerlendirmede gerçekçi olan, kişisel etiğine uymayan durumlara çelişkiler içinde ayak uydurmaya çalışarak şebekleşmeyen ve de bir tavrı, duruşu, sürprizi olan, adam gibi bir adam işte. Daha fazlasını istemiyor pek çok kadın."

Böyle birini bulsa, cinsiyetine bakmadan bütün bir hayatı paylaşmaya çoktan razı kaç kişi vardır bu dünyada, düşünsenize...

Bir kere, yüreğinin ışıltısı gözlerine vuracak. Çevrenize bakın lütfen. Cinsiyetini de bir yana bırakarak, yüreğinde ışıltı kalmış kaç insan görebiliyorsunuz? Böyle bir ülkede yaşayıp, içinde bu ışıltının kırıntılarını olsun taşıyan insanların kaçının yüzünde bunun izlerine rastlayabiliyorsunuz?

Kaç kişiyse, onları bir kenara koyun. Çünkü onlar arasında yeni bir eleme yapmak üzere şartnameye geri dönüyoruz:

"Allah vergisi bedenini bir kompleksler yumağına dönüştürmeden taşımayı becermek!"

İşimiz biraz daha zorlaştı: Yüreğinin ışıltısı yüzüne vuran insanlar arasında (biz kadın-erkek ayrımı yapmadan sürdürüyoruz keşif uçuşumuzu) aynı zamanda bedenini kompleksler yumağına dönüştürmeden taşıyabilenleri bir kenara ayırıyoruz ve geri kalanları da, önceki elemeden geçemeyenlerle birlikte çöpe atıyoruz.

Elimizde kalanlar arasında yapılacak seçimin aşamaları epey uzun. Sizleri sıkmadan sıralarsak, ne istediğini ve neden hazzetmediğini bilenler arasında kendi kapasitesini ve yeteneğini geliştirmede gerçekçi olanları ayırıp, onların içinden de, "kişisel etiğine uymayan durumlara çelişkiler içinde ayak uydurmaya çalışarak şebekleşenleri" saf dışı bırakacağız.

Burada, on dakikalık bir ihtiyaç molası verip "biz n'apıyoruz yaa!" deyip dememek, sizin tercihiniz. Yazı, böyle bir soluklanmaya bile gerek duymadan, devam ediyor. Madem biz de bu yazının kılavuzluğunda keşfe çıktık, böylesine mütevazı istekleri ve koşulları karşılayan güzide insan topluluğuna nasıl varılacağının izini birlikte sürmeye devam edelim:

Şebekleşmeyen insanlar arasında yapacağımız elemede, bir tavrı, duruşu, sürprizi olanları seçip, geri kalanları az önceki çöplüğe yollayacağız. Elimizdekiler, "adam gibi adamlar işte". "Daha fazlasını istemiyor pek çok kadın." Güzel. Bunca asırdır kadınların ne istediğiniaraştırıp bulamayan milyonlarca bedbaht âşık, nihayet bu yazının kılavuzluğunda eksiklerini tespit etme şansını yakalıyor.

Daha fazlasını istememeleri de bir nevi tevazu sayılabilir aslında. Aynı yazıda, erkeklerin bu konudaki düşüncesine de yer veriliyor: "Erkeklere soracak olursanız kadınların istediklerinin bunlarla hiç ilişkisi yok. Kadınlar güç, statü, rahat bir yaşantı ve gelecek güvencesiistiyorlar. Geri kalanı romantik makyaj."

Yazının belki de en inandırıcı yeri burası.

İlk bloktaki beklentilerin karşılanması pek güç olduğu için, birçok kadın, güç, statü, rahat bir yaşam ve gelecek güvencesine "fit" olmayı yeğleyebilir.

Örgüt çökertiliyor!

Ece Ayhan, bütün tanımları aşan dizeleriyle, hepimizi teslim alıyor: "Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler!"

Ne var ki, yeryüzünün gelmiş geçmiş en güzel örgütü, hızla kan kaybediyor. Bütün hücreleri teker teker çökertiliyor, bütün üsleri elden gidiyor. Çünkü artık, aşkı, şairler değil, reklamcılar, modacılar ve Amerikan film endüstrisi tanımlıyor. Ve aşk ne yazık ki bir örgüt olmaktan çıkıp, alabildiğine kârlı bir konsorsiyuma dönüşüyor.

Oysa aşkın içinde sayılara yer yoktur. Ne göze alınan tehlikelerle ölçülür, ne de nelerden vazgeçildiğiyle tartıya gelir. Aşk, ölçüsüzlüğün, hesapsızlığın, tartısızlığın doruğudur. Orada yerçekimi yoktur, orada oksijen zehirlenmesinden ölebilirsiniz. Ve eğer şansınız varsa, ölürsünüz de. Sonrası, gözbebeklerinizi sızlatan bir gündoğumudur. Eğer, aşk, erkekler, kadınlar üzerine etraflı bir tahlile girişeceksek, bu devirde korunmamız gereken ilk tehlike, serbest piyasa jargonu olsa gerek. Aşkı ve âşığı, bir kalifikasyon hesabına indirgeyemezsiniz. Sorun, belki de, bir yaşamı bölüşebilmenin koşullarını, ortamını, duygularını, ilkelerini, daha da ileri giderek kültürünü yaratmak yerine, okula kaydolurken, üniversitelere seçilirken, bir işe başvururken bize yapılanı, bizim de ötekine yapmamız: Bir dizi madde sıralamadan masaya oturmaya yanaşmamızı engelleyen kibrimiz, egosantrizmimiz. Sıraladığımız isteklerin karşılığında bizim ne vereceğimizi, bu istekleri neden hak ettiğimizi, ötekinin bu koşulları neden sağlaması gerektiğini hiç düşünmememiz.

"Çözecek gücüm yoksa şikâyetlenirim; bölüşmeğe gönlüm yoksa kapışırım; birleşmek zor geliyorsa yarışırım. Çünkü böyle öğrendim." Böylelikle, harcı bile eksik karılmış güdük sevgilerimiz de gitgide daha dayanıksız ve kırılgan hale gelir.

Boşanmaların geçmişe oranla çok fazla artması, kadının sosyo-ekonomik gelişimiyle açıklanabilir. Ama ya, birbiri ardına, başlamadan bitiveren ilişkiler, geride küçücük bir sızı bile bırakmaksızın, hatırlanmamak üzere yiten aşklar, kolaycacık vazgeçilen sevgiler?

Birlikte yenecek bir çöreğin hamurunu birlikte karmanın zevkini öğrenmek için yeni keşiflere çıkmamız gerekiyor belki. O harcın içine ne katacağını düşünmeden hep istemeyi, şart koşmayı ve eline geçenleri tüketmeyi seçen insanlar mutsuz! Onları taklit ederek onlardan daha mutlu olma şansımız zaten yok.

İşin bir de toplumsal arka planı var. Neredeyse bütün insani ve ahlâki değerleri, cürüm işlemek için oluşturulmuş teşekküllerce hortumlanmış bir toplumun, ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk gibi tehditlerle ablukaya alınmış bireylerinin, birbirlerine besleyebilecekleri en güzel duyguları piyasa kurallarının merhametine teslim etmesi, vicdansızlık olur. Tüketilmemiş, harcanmamış,tezgâha konmamış neyimiz kaldı?

Çocuklarımıza, sevmek denen şeyin yakıtının bizde olduğunu öğretmek zorundayız. Ağrısız, sızısız, emeksiz, çabasız bir yaşam yok. Aşk, mangal gibi yürek istiyor. Sevgi(li) de kataloglardan seçilmiyor.

Bu türden listelerin tümden yararsız olduğunudüşünmüyorum tabii. Hazır bir liste çıkarmışken, elimizdeki cetvellerle, başkaları yerine kendimizi ölçebiliriz. Bu da çok saygıdeğer bir iş olur. Sayılanların, öyle liste yapmak kadar kolay şeyler olmadığını öğrenebiliriz belki.


(*) 03/02/2002 Tarihli Radikal İki'de yayınlandı.

14 Ocak 2002 Pazartesi

Darbesiz kuşaklarda da darp izi var

13/01/2002

MEHMET DEMİR (Arşivi)

90'lılar kimdi? Hayalleri nelerdi ve kim(ler) kırdı bu hayalleri? Sanem Soyarslan'ın Radikal İki'deki yazısını okuduktan sonra geriye kalan, bu soruların yanıtları değil, çok uzun süredir pek alışık, pek aşina olduğumuz kekre bir tat, hüzünlü bir iç geçirme, kısık sesli bir sayıklama ya da çok uzaklara değil, şöyle iki adım öteye bir dalıp gitme oldu.

Yazı hiçbir sorunun yanıtını vermediği için değil, sorduğu bütün soruların yanıtını bildiği için; bütün o yanıtları biz de bildiğimiz için. Yani, herkes her şeyin farkında olduğu için böyle. İnançsız bir "Allah'tan umut kesilmez" hali.

Sanem Soyarslan'ın sözleri, yazının sonundaki "peki biz 90'lılar dışarıdan nasıl görünüyoruz" sorusuna gerek kalmadan da kışkırtıcıydı yeterince. Bütün bir yazı boyunca, yaşama, insana, dünyaya dair bütün hayallerimizin enkaz altında kaldığı yıllarda, kendi kuşağımızı tanımlama, kendimizi anlatma, ama en önce de anlama çabalarımızı andım sık sık. "Biz de böyle demiştik", "yok, bizde böyle olmamıştı" türünden karşılaştırmalarla, iki kuşak (biz bir kuşak mıydık, bu sorunun yanıtını bulabilmiş miydik?) arasında gidip geldim.

80'lerin rengi yeşil

Belki çok toptancı bir ifade olacak ama, bizler, yani 12 Eylül ikliminde politik bir tutum takınmaya çabalayan gençler, 68'lilerinya da 78'lilerin yarattığı kuşak anlayışının tersine döndüğü bir dönemeçte sıkışıp kaldık. Çünkü biz, önceki kuşaklardan çok, kendi kuşağıyla çatışmak, mücadele etmek zorunda kalan, toplumuyla birlikte kuşağı içinde de yalnız ve ayrıksı kalan iyi huylu bir ur olarak yaşadık o dönemlerimizi. Belki de bu nedenle, bizim kuşağımız adına (80'liler mi demeli?) konuşabilecek insanlardan biri olmasam gerek.

Ancak, kuşağımızın bizi azınlıkta bırakan kesiminin de, hayata, dünyaya ya da kendine dair bir şeyler söyleme derdi hiç olmadı.

80'lerin tablosunda baskın renk, yeşildi. Önce askerî yeşil, ardından, ABD dolarının yeşili ve arasına karışmış İslamî yeşil. Toplum, hiç bu kadar esnek olmamıştı. Üzerinden bir tank geçtikten sonra formunu koruyabilmek, elastikiyet gerektiriyordu çünkü. O yüzdendir ki, bütün bir toplum lastik gibi esniyor, sünüyor, eziliyor, bırakınca eski haline geliyor, kırılmıyor, patlamıyor, çatlamıyordu. On yıldır bu terbiyeyle yetiştirilmiş gençler, yani bizim okul arkadaşlarımız, sıra arkadaşlarımız, Sanem'in sözünü ettiği "seçilme ve yerleştirilme" yarışının ilk galiplerini ve mağluplarını yetiştiren kuşağın üyeleriydi.

Yaşamanın, bir başkasının ölümüne bağlı olduğu en vahşi yarışın, yüreklerimizdeki ilk mikroplarını bulaştırdı bize bu rekabet. "Okuyabilmek için, dört kişiyi okulun dışında, yani kapıda, yani sokakta, kahvede, İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun önünde bırakmak zorundayım!"

Mağluplar daha çok olduğu halde, bu yarışta galip gelmekten sevinç duyanlar, neden birilerinin mağlup olmak zorunda kaldığını anlayamayanlardan daha çoktu. İlk başta derin bir oh çekerek sevindiğimiz ferdi kurtuluşların, zaman içinde ağır bir yüke, taşınması güç bir sorumluluğa dönüşmesi, bizim "aptallığımız"dı elbette. Paçasını ya da kravatının ucunu birilerinin eline vermekten, kalemini, diplomasını satmaktan utananların sayısı ise, kendi ülkesinde Amerikan Doları'nın yükselmesine sevinmekten utanmayanların sayısından çok daha azdı. Umutlarımızı yitirecek, inançlarımızla başbaşa uzun bir yalnızlığa yazgılı olduğumuzu öğrenecek kadar az.

Kılıklar kıyafetler, sokaklar, meydanlar, vitrinler, tabelalar, ekranlar, gazeteler, banknotlar, muteber paralar, konuşmalar, sohbetler, sözcükler, dostluklar değişiyor, bizim ideallerimiz değişmiyordu. Değişen modaları "in" "out" karşıtlığıyla anmak "in" olduğunda, bizler çoktan "out" olmuştuk. Yaşıtlarımız, kuşak arkadaşlarımız, içinde bulunduğumuz "aymaz"lığa üzülecek, kızacak, bozulacak kadar bile ilgili değillerdi bizlerle ve çevreleriyle. Onlar için kampüsleri dolduran jandarmalardı, tuttukları şeridin çizgileri. Düşük banketlerden, keskin dönemeçlerden, heyelan tehlikesinden korunmak ve kilitlendikleri hedefe sağ salim ulaşabilmek için en güvenilir kılavuzdu, devletin çizdiği sınırlar.

Biz ise, 70 yıllık binaların birer birer üzerimize yıkıldığı günlerde, öğrenci dernekleri, dergiler ve kantinlerde yaşadığımız yalnızlığı, yeni girişimlerin bol sigara dumanlı toplantılarında aşmaya çalışıyorduk.

Sanem'in kendi kuşağı için söyledikleri çok doğru ve yerinde: "Onların ruhunu büyük ölçüde şartlar belirledi, şartları değiştirmek için verdikleri mücadele ya da başkaldırı değil." Tıpkı bizler gibi!

Belki biz iyi huylu urlar, mücadele ve başkaldırı sözcüklerini cılız seslerle de olsa son telaffuz edenler olduk, uzun süredir.

Ben hâlâ kendimden umut kesmemek için, doğum yılıma bakıp 68'lilere bir selam yolluyorum. 90'lılara ise, müsaade ederseniz ben de aranızda olmak istiyorum, diyorum. Mücadelenin ve başkaldırının sözlüğümden çıkmasına izin vermiyorum. Bu sözcüklere şapka çıkaran her kuşağın üyesiyim.


13/01/2002 Tarihli Radikal İki'de yayınlandı.